Tuesday, October 7, 2008

Sayı 7- Kadın: Direniş ve Tahakküm (Eylül-Ekim 2008)


Sayı Editörleri: Elif Uyar ve Burcu Saka


GÜNDEM
BARIŞ VE ADALETİ UNUTACAK MIYIZ?
mehmet bekaroğlu

DOSYA: KADIN: TAHAKKÜM VE DİRENİŞ
CİNSİYETÇİLİĞİN DEĞİŞİK VEÇHELERİ: AYRICALIKLI FAKAT
YİNE DE KADIN OLMAK
seven ağır
HANDAN ÇAĞLAYAN’LA SÖYLEŞİ:
“GÖRÜNMEYENLERİN GÖRÜNMEYENLERİ: KÜRT KADIN KİM(?)LİĞİ”
burcu saka – okay bensoy
GEÇİMLİK ÇALIŞMA VE KADIN
elçin kurbanoğlu - sheila pelizzon
GÖRÜLEN ELLER - GÖRÜLMEYEN EMEK: KÜRESELLEŞME,
KADIN EMEĞİ VE ENDÜSTRİYEL ÜRETİM
saniye dedeoğlu
TÜRKİYE’DE NEOLİBERAL POLİTİKALARIN KADIN EMEĞİNE ETKİSİ:
SERBEST BÖLGEDEN BİR FABRİKA ÖRNEĞİ
feryal saygılıgil
İŞGALLERİ AKLAYAN ZEMİN: EMPERYALİST KADIN DİLİ
yıldız ramazanoğlu
OSMANLI FEMİNİZMİ, ULUSLAR ARASI FEMİNİZM VE DOĞU KADINLARI
elif ekin akşit
KEMALİST MUAŞERETİN ROMANLARI
aslı güneş
İSLAMCI KADININ MÜCADELESİ: BİR ÇIKMAZDA KAYBOLMAK
müge karahan
İRAN İSLAM CUMHURİYETİ İLKOKUL DERS KİTAPLARINDA KADIN TAHAYYÜLÜ
güliz aydın kendirci
TUNUS’TA MODERNLEŞME VE KADIN
çiçek coşkun
CAMİDE KADININ YERİ YA DA YERSİZLİĞİ
hülya alper

KÜLTÜR SANAT
PERSEPOLİS’İN DEVRİMİ
müge karahan - mert tokur

PORTRE
FİLİSTİN DİRENİŞİNİN BARIŞ ELÇİSİ: MAHMUD DERVİŞ
turan kışlakçı

KİTABİYAT
BUTLER’IN CİNSİYET BELASI
irem yılmaz

Editörden- Sayı 7 (Kadın: Direniş ve Tahakküm)


doğudan okurlarına merhaba,

doğudan dergisi olarak bundan tam bir yıl önce, ‘Doğu’ denilen bölgeye yönelik ülkemizdeki ilgi ve bilgi eksikliğinden, bunun temelindeki kimi zaman ırkçılığa varan egemen söylem ve tutumlardan rahatsızlık duyduğumuz için; böyle bölünmelerin halkların mücadelesine verdiği zararın bilincinde olarak kapitalist sistemin bölgede yarattığı tahribata ve deneyimlerimizin ortaklığına dikkat çekmek amacıyla yola çıktık. Eleştiri her zaman bir özeleştiriyle başlamalıdır şiarıyla kapitalizm ve emperyalizmi eleştirirken bir yandan da bölgenin yerel/geleneksel sorunlarına ışık tutacağımızı ve bunlara çözümler arayacağımızı duyurduk. Bu amaçlarla Türkiye’den Doğu’ya bakışlar; Direniş; İran; Devlet ve Demokrasi; Kapitalizm ve Emperyalizm; Neoliberalizm ve İdeolojiler dosyalarını hazırladığımız bir yılı geride bıraktık.

İkinci yıla toplumsal cinsiyet, cinsiyetçilik, ataerki ve bunlarla bağlantılı sömürü mekanizmalarını dikkate alarak ‘kadın sorunu’nu tartıştığımız, “Kadın: Tahakküm ve Direniş” başlıklı dosyamızla giriyoruz. Bu sayıda insanlığın kanayan bir yarasını; kapitalizmin yerel gelenekleri kullanarak derinleştirip içinden çıkılmaz hâle getirdiği evrensel bir sorunu irdeliyoruz.

Cinsiyetçilikten kaynaklanan toplumsal hiyerarşi ve tahakkümleri, bunların tarihselliğini dikkate alarak değerlendirmeyi, bu eksende sorunun evrenselliğini ve yerelliğini tartışmayı amaçladık. Günümüzün mevcut popüler yaklaşımlarıyla bölgedeki kadın sorununa yaklaşmanın sakıncalarının farkındayız. Bunlardan kültürel görececilik dünyayı değiştirme arzumuzu baltalarken, mevcut modernist yaklaşımlar da kültürler arası farkları göz ardı ediyor, dahası bunlar arasında hiyerarşiler yaratıyor. Biz ise sorunları, eleştiri ve sorgulama hakkımızı elimizden bırakmadan, ancak kültürel farklılıkları dikkate almayan tekçi yargılardan kaçınarak ele almaya çalıştık.

Dosyamızda hem kadınların ev içinde ve ücretli çalışmada oynadıkları özgül rolleri hem de çeşitli sömürü mekanizmaları ile bunlar için zemini hazır tutan cinsiyetçi/aşağılayıcı/ikincilleştirici yargı ve kalıpları açıklığa kavuşturacak makalelere ağırlık verdik. Genellikle önemsenmeyen, gözden kaçan veya inkâr edilen sorunları tartışma ortamına taşıyabilmek endişesi ile derlediğimiz bu sayıyla kadın sorununa sadece bir giriş yapabildik. Değinemediğimiz birçok sorun bir yana, böyle bir amaçla yola çıktığımızda en az anlama ve yorumlama kadar dönüştürmenin yolunu açabilecek bir eleştirel perspektif geliştirmenin önemini teslim etmemiz gerekir. Bu sebeple önümüzdeki sayılarda yine kadın sorununu ele alarak siyasal mücadeleye ve kadınların bu yolla dile getirdikleri taleplere de ağırlık veren yazılara yer vermeyi planlıyoruz.

“Cinsiyetçilik nasıl tanımlanabilir? Sınıfların uzantısı olmayan bir kadın sorunundan, yani farklı iktisadi-sosyal tabakalardan gelen, farklı kültürel kimliklere sahip kadınlar için ortak bir sorundan bahsedebilir miyiz?” Dosyamıza bu temel soruları tartışan, Seven Ağır’ın “Cinsiyetçiliğin Değişik Veçheleri: Ayrıcalıklı Fakat Yine de Kadın Olmak” başlıklı yazısı ile başlıyoruz. Ağır, yazısında cinsiyetçiliğin bütün kadınları bir biçimde mağdur ettiğini vurguluyor. Bununla beraber adil bir toplum arzulamadan ortak bir kadın sorunundan bahsetmenin beyhudeliğine de dikkat çekiyor. Ataerkiye karşı kadınların bir arada durma olanakları tartışmasını Kürt politik mücadelesi ve kadın hareketi ekseninde, Handan Çağlayan ile yaptığımız söyleşide sürdürüyoruz. Çağlayan’ın sorularımızı büyük bir içtenlik ve yetkinlikle cevapladığı söyleşi; hem farklı toplumsal projelerde kadına yüklenen işlevlerin evrenselliğini, hem de kadınların politik mücadeledeki aktif rollerinin hareketi ve toplumu dönüştürücü etkisini anlamamıza yardımcı olacak çarpıcı gözlemler içeriyor.

Kadın sorununu tartışırken dikkat edilmesi gereken temel bir husus da ev işinin nasıl tanımlanacağıdır. Bir tür geçimlik iş olan ev işinin çalışmadan farklılaşması, diğer işlerden değersiz sayılması cinsiyetçilikle bağlantılı bir toplumsal sorun olarak karşımızda durmaktadır. Elçin Kurbanoğlu ve Sheila Pelizzon’un (dünya sistemi perspektifine bir katkı veya içeriden bir eleştiri olarak değerlendirebileceğimiz) yazıları bu eskimeyen tartışmayı odağına alıyor. Yazarlar kadınların geçimlik çalışmasının hem kapitalist sömürünün hem de erkek tahakkümünün önemli bir unsuru olduğunu belirttikleri çalışmalarında eşitlikçi bir toplumda geçimlik faaliyetlerin de eşit paylaşılması gerektiğini vurguluyorlar.

Öte yandan, kadınlar işgücü piyasasına girdiklerinde de, erkek işçilere göre daha düşük ücretle, güvencesiz, çalış(tırıl)maktadır. Piyasaya giriş ve ayrılma süreçlerinde cinsiyete dayalı işbölümü belirleyici olmakta ve bu durum genel olarak kadınların aleyhine işlemektedir. Piyasa ilişkisinin baskın olduğu bir toplumsal ilişki biçiminde her ne kadar kadınlar ve erkekler işgücünü satarken özgür gibi görünseler de, işgücü piyasasının özneleri olarak belli bir ilişki biçimine tabiler. Bu ilişki biçiminin çözümlenmesinde aile ve yeniden üretim ilişkilerinin analize katılması ve tüm bu unsurların toplumsal cinsiyet eşitsizliği temelinde sorgulanması gerekir. Bu sorgulama kadınların işgücü piyasasındaki konumunu, işgücü piyasasının toplumsal cinsiyet ilişkilerinin yaratıldığı ve yeniden üretildiği bir alan olarak çözümlenmesini olanaklı kılar. Ve böylece ataerkil ideolojinin nasıl bir süreklilik taşıdığını görebiliriz. Sonuç olarak hem piyasaya giriş hem de piyasadan ayrılma süreçlerinde cinsiyete dayalı işbölümü belirleyici oluyor ve bu durum genel olarak kadınların aleyhine işliyor. Kadının asıl görevinin ev işleri olduğu yargısı kırılmadığı müddetçe de bu yapılanma devam edecektir. Bu çarpık zihniyete ve işgücü piyasasındaki hiyerarşilere dikkat çekmek amacıyla, dosyamızda kadının işgücünün piyasadaki ‘değer’i üzerine iki yazıya yer verdik. İlki Saniye Dedeoğlu’nun Türkiye’de kadınların istihdam edildiği hazır-giyim sanayinde toplumsal cinsiyet rollerinin ve eşitsizliklerinin, bu alanda ücretlerin düşmesine ve ihracat başarısına yaptığı katkıları ele alan makalesi. Yazar, çalışmasında, kadınların dezavantajlı bir konumdan ihracata yönelik üretime eklemlenmesini sağlayan ataerkil toplumsal cinsiyet ideolojisini irdeliyor. Feryal Saygılıgil ise özellikle serbest bölgelerdeki sömürü mekanizmalarını; Novamed’li kadınların direnişinin bize öğrettikleriyle birlikte değerlendiriyor. Novamed direnişi tabandan örgütlenmenin önemini bize bir kez daha gösteriyor.

Kadınların direnişi konusunu, mücadelede dikkat edilmesi gereken noktalar ve kadın hareketinin uluslar arasılaşması boyutunun incelendiği iki yazıyla sürdürüyoruz. Afganistan ve Irak’taki işgalleri ve yağmaları zımnen destekleyen, bunu Müslüman kadınların geleneklerden kurtarılması için bir misyon olarak takdim eden feminist yaklaşımların eleştirisini Yıldız Ramazanoğlu kaleme aldı. Elif Ekin Akşit ise Osmanlı’daki üç tarz feminizmin uluslararası bağlantılarını konu edindiği yazısında uluslararası bağlantılarının feministlerin algılanışındaki etkisini inceliyor.

Kadınların toplumsal projeler içinde nesneleştirilmelerini ve buna karşı direnişlerini Kemalist ve İslamcı projeler bağlamında ele aldık. Aslı Güneş yazısında Kemalizmin kadınlara biçtiği edilgen rolleri, medenileşme seferberliğinde kılavuz rolü üstlenen adabı muaşeret romanlarının gösterdikleri ışığında inceliyor. Müge Karahan ise İslamcı projede de kadınların eyleyen değil de nesne olarak kabul edilmelerini direnişe yol açan bir etken olarak vurguladığı yazısında, İslamcı aydın kadınların kendi sözlerini/seslerini duyurmaya çalıştıkları eserlerini inceliyor.

Bütün bu tartışmalara ek olarak, cinsiyetçiliğin tezahürlerine daha yakından bakmak amacıyla İran ve Tunus gibi ülkelerde ve Müslümanların ibadet yerleri olan camilerde yaşanan cinsiyet ayrımcılığına dikkat çeken yazılara yer verdik. Güliz Aydın Kendirci’nin İran İslam Cumhuriyetinde ilkokul ders kitaplarındaki cinsiyetçiliği inceleyen makalesi, ilkokuldaki sosyalleşme yıllarından itibaren kız çocuklarına dayatılan ikincil konumu çarpıcı bir biçimde yansıtıyor. Tunus’ta modernleşme ve kadın hakları konusunda ise Çiçek Coşkun, kadın-erkek eşitliği bakımından ülkedeki gelişmelerin yasal eşitlik ilkesiyle sınırlı kaldığını, toplumun bütün kesimlerine yayılamadığını vurguluyor. Bu bakımdan yasal eşitlik ilkesini sağlamış olması nedeniyle diğer Güneybatı Asya ve Kuzey Afrika ülkelerinden ayrı bir noktada duran Tunus’ta kadınların yüksek işsizlik oranları, kamusal alanlarda yaşadıkları sorunlar, toplumun özellikle alt kesimlerinde yer alan kadınların bu sürece yeterince dahil olamadıklarını göstermektedir. Dosyamız, Hülya Alper’in camilerde kadınların karşılaştıkları ayrımcılığı ve kaba davranışları eleştirdiği makalesiyle son buluyor.

Dosya haricinde Kültür-Sanat, Portre ve Kitabiyat bölümlerimizde birer yazıya yer verdik. Müge Karahan ve Mert Tokur yazılarında günümüzün popüler çizgi roman/filmi Persepolis’i mercek altına alıyor. Portre bölümünde, yakın zamanda kaybettiğimiz önemli bir ismin, Filistinli şair Mahmud Derviş’in mücadelesini Turan Kışlakçı’nın kaleminden aktarıyoruz. Kitabiyat bölümünde ise, İrem Yılmaz, feminist eleştirinin bir başucu eserini, Judith Butler’ın Cinsiyet Belası adlı kitabını bizler için inceledi. Son olarak, gündemdeki gelişmeleri bu dönemde adaleti unutmamamızı talep eden Mehmet Bekaroğlu’nun kaleminden okuyacağız.

İsrail’i mercek altına alacağımız 8. sayımızda buluşmak dileğiyle...


(KİTABİYAT) Judith Butler- Cinsiyet Belası: Feminizm ve Kimliğin Altüst Edilmesi


İrem Yılmaz


Cinsiyet Belası, feminist kuram, felsefe ve güncel siyaset alanlarında pek çok çalışması bulunan, şu an California Üniversitesi Retorik ve Karşılaştırmalı Edebiyat bölümünde profesör olarak görev yapan Judith Butler’ın hem feminist eleştirinin hem queer[1] teorinin çok geçmeden başucuna yerleşen, belki de en önemli kitabı. Yazımından 10 yıl sonra, 1999’da, yayımlanan ve neredeyse bir o kadar süre sonra da Türkçeye çevrilen Cinsiyet Belası’nda Butler, temel olarak toplumsal cinsiyet ve doğrudan ilişkilendirildiği cinsiyet, arzu ve cinsellik temaları etrafında iktidar, temsil, söylem ve yasa(ğ/)yı sorguluyor. Metin kaynağını, feminist kuram, psikanaliz ve feminizm ilişkisi, Monique Wittig’in çalışmaları, Michel Foucault’nun ve Freud’dan Lacan’a, Beauvoir’dan Irigaray’a pek çok başka düşünürün de, eserleri kadar Butler’ın kendi deneyimleri, gey ve lezbiyen hareketlerle süregelen ilişkisi, kısaca etik ve siyasi tavrından alıyor. Kitap, Cinsiyetin/Toplumsal Cinsiyetin/Arzunun Özneleri; Yasak/Psikanaliz ve Heteroseksüel Matrisin Üretimi; Altüst Edici Bedensel Eylemler olmak üzere üç ana bölümden oluşuyor. Bu bölümler, birbirinden farklı söylemsel alanlarda toplumsal cinsiyet kategorilerinin ve bu alanların meşrulaştırıcı pratiklerinin (örneğin, yasa, eşcinsellik tabusu, ensest tabusu, akrabalık ilişkileri, uygun ve uygunsuz dişillik ve erillik idealleri, aseksüel bir konum olarak lezbiyenlik) eleştirel bir soykütüğünü çıkarıyor.

Görme ve deneyimleme biçimlerimizi belirleyen, çağdaş hukuki çerçevelerin doğurduğu, doğallaştırdığı ve sabitlediği kimlik kategorilerini, (Foucault’nun ışığında) her daim baskıcı, dışlayıcı ve düzenleyici rejimlerin bir denetleme ve kontrol aracı olarak yorumlayan Butler, ayak bağı saydığı herhangi bir kimlik etiketini (kadın, lezbiyen gibi) üstlenmeyi reddetmiyor. Ancak, metin boyunca bu etiketlerin tam olarak neyi, neye, niye ve nasıl işaret ettiklerine bir yanıt arıyor. Böylece ‘ayak bağı’ sıfatını bütün boyutlarıyla açıklığa kavuştururken, başa bela olan toplumsal cinsiyet kategorilerini ‘belaya uğratmanın’ da yolunu açmaya girişiyor. Bu minvalde, toplumsal cinsiyet hiyerarşisini ve zorunlu heteroseksüelliği destekleyen toplumsal cinsiyete yönelik yaklaşımları ortaya koyuyor. Bu çerçevede, feminizmin öznesi olarak kadınların statüsünü ve cinsiyet-toplumsal cinsiyet ayrımını yeniden değerlendiriyor. Daha demokratik ve kapsayıcı bir nitelik kazanması gerektiğini düşündüğü feminizme yönelik eleştirilerini dile getiriyor.

Butler feminizm eleştirisini onu Foucault’nun iktidar kuramı ve Althusser’in ‘interpellation’[2] kavramı temelinde, ‘temsil’ ve ‘özne’ olguları üzerinden irdeleyerek yapıyor: Feminist kuram siyasete dâhil olmak için ‘temsil’e ihtiyaç duyar. Siyasallaşmak, temsile kavuşmak için ise ‘özne’ olmak gerekliliği vardır. Öte yandan özne olmak, yasaya tabi olmak demektir: Özneliğin koşulu iktidar tarafından tanınmadır. Bu, iktidarı tanımayı, yani hükmünü kabul etmeyi ve kendini iktidara tanıdık kılmayı, yani iktidarın özneyi mümkün kıldığı koşullara uymayı gerektirir. Bu şekilde, yasaya tabi olarak iktidar sisteminde temsil hakkı kazanan özneler, sonrasında yasanın dayandığı iktidar sistemleri tarafından üretilir. İktidar yasa(k)larla özneleri kısıtlamak, düzenlemek, denetlemek ve ‘korumak’la kalmaz, kendisine tabi olan özneleri yeniden biçimlendirir ve üretir. Yani iktidar aynı zamanda hem baskıcı hem üretkendir. Bu analiz doğrultusunda Butler, ‘feminist özne’nin, kendisine görünürlük ve meşruiyet sağlayarak kurtuluşunu kolaylaştıracağı düşünülen siyasi sistemin temsiliyet politikasının söylemsel ‘ürün’ü olduğu sonucuna varır. Dahası, bu sistemin toplumsal cinsiyetli ya da eril özneler ürettiği kabul edildiğinde, ‘kadınlar’ için görünen, kurtuluştan ziyade bir kısır döngü olacaktır. Bu durumda da, feminizmin öznesi olarak kadınlar sorunu, belki de yasa önünde durup yasa içinde ya da yasa tarafından temsil edilmeyi bekleyen bir öznenin aslında var olmadığı olasılığını ortaya koyar.

Butler için, temsil ile ilgili diğer önemli nokta, bizzat ‘kadınlar’ kategorisi ile ifade edilen öznenin varsayılan evrenselliğinin teşkil ettiği sorunlu haldir. Feminizm, temsili siyasetin gereği olarak istikrarlı bir özneyi dile getirmek zorunda kalır: kadınlar. Ancak, kimlik siyaseti zorunlu olarak sınırlıdır. Zira birileri özneyse ve iktidarsa mutlaka başka birilerini dışlamak suretiyle kurulmuştur bu. Tutarlılığın inşası heteroseksüel ve aynı zamanda biseksüel, gey ve lezbiyen bağlamlarda bol bol bulunan toplumsal cinsiyet süreksizliklerini -toplumsal cinsiyetin ille de cinsiyetten kaynaklanmadığını, arzunun veya daha genel olarak cinselliğin de toplumsal cinsiyetten kaynaklanmadığını, bedensel işaretlenmenin bu boyutlarının birbirini yansıtmadığını- gizler. Butler, feminizmin ‘kadınlar’ kategorisinin ortak bir kimliği temsil ettiğini varsaymaması gerektiğini, siyasallaşmak üzere kullandığı kimlik kategorisinin, bütünlük adına konuşarak, kendi içinde dışlayıcı toplumsal cinsiyet normları oluşturacağını, dolayısıyla muhalefet ettiği iktidarın bir aracı haline gelme tehlikesi taşıdığını söyler. Zira ‘kadınlar kategorisini tutarlı ve istikrarlı bir özne olarak inşa etmek, toplumsal cinsiyet ilişkilerini istemeyerek de olsa düzenleyip şeyleştirmek anlamına gelecek, birtakım tahakküm ve dışlama ilişkileri kaçınılmaz olarak sürdürülecektir’. Butler temsilin, ‘kadınlar’ öznesi hiçbir şekilde varsayılmadığında ya da öznenin kapsamı genişletildiğinde anlam kazanacağını söyler. Dolayısıyla, Butler toplumsal cinsiyete yönelik feminist sorgulamayı (cinsiyet kategorisini ve ikiyle sınırlanmış toplumsal cinsiyet anlayışını) sorunlu bulur ki bu anlamda feminizmin heteroseksüelliğinin eleştirisini yaptığı da söylenebilir. Çünkü cinsiyeti ve toplumsal cinsiyeti iki ile sınırlandıran feminizm anlayışı, bu kimliklerin doğrudan bedensel/biyolojik özelliklerden geldiği varsayımını bir bakıma kabul etmiş olur. Böylece, feminist siyaset için temel nitelikte oldukları varsayılan kimlik kategorileri feminizmin açacağı kültürel imkânları önceden sınırlar ve kısıtlar.

Butler ise, biyolojik farklılıkları reddetmemekle birlikte, hangi şartlar altında, hangi söylemsel ve kurumsal koşullar altında belli bazı biyolojik farklılıkların cinsiyetin belirleyici özlellikleri haline geldiğini, kimi cinsel pratiklerin nasıl ve neden ‘kadın nedir, erkek nedir?’ sorusunu uyandırdığını sorar. Cinsiyeti de toplumsal cinsiyet gibi bireysel/bedensel bir nitelik değil bir ilişkiler ağı olarak tanımlayarak cinsiyet ile toplumsal cinsiyet arasındaki ilkinin biyolojik ikincisinin kültürel olduğu yönündeki ayrımı çürütür. Cinsiyet ve toplumsal cinsiyet arasında ardıl bir ilişki olduğu kabulünü, toplumsal cinsiyetli hayatta ‘mümkün’ün sınırlarını çizenin edimlerimiz olduğunu öne sürerek sorunsallaştırır ve reddeder. Kimliklerimiz, cinsiyetli ya da değil, kendiliğinden otantik bir öz ifade etmez, performanslarımızın bir sonucudur -nedeni değil- der. Ancak toplumsal cinsiyete yönelik sınırlar ve doğallaştırılmış bilgi, kültür içinde hayal edilebilir ve gerçekleştirilebilir toplumsal cinsiyet ve cinsellik biçimlerini ikili kısıtlamalarla (dişil-eril) belirler ve önler. Cinsiyet kategorisi ve ikiye bölünmüş cinsiyet toplumsal cinsiyetlendirmenin temel varsayımıdır ve cinsiyeti yöneten yasa, toplumsal cinsiyeti ve arzuyu da yönetir. Butler’ın, Gayle Rubin’den alıntıladığı şu kısım tespiti iyice netleştirir: “toplumsal cinsiyet yalnızca bir cinsiyetle özdeşleşme değildir, aynı zamanda cinsel arzunun öteki cinsiyete yönlendirilmesini gerektirir. Cinsel işbölümü toplumsal cinsiyetin her iki tarafında da rol oynar -onları erkek ve kadın olarak, dahası heteroseksüel olarak yaratır.” Yani deneyim söylemsel olarak şartlanmıştır, cinsiyet daha başından, yeni doğmuş bir bebeğe ‘kız’ ya da ‘oğlan’ denildiği andan itibaren, bedenin toplumsal varoluşunun koşullarını belirler. Bu noktada Butler biyolojik cinsiyetin iki ile sınırlı olduğu verisi doğal kabul edildiğinde bile, toplumsal cinsiyeti iki ile sınırlandırmak için hiçbir sebep olmadığını savunur. Toplumsal cinsiyet ile işaretlenmeden evvel bedenlerin varoluşları isimsizdir. Beden, toplumsal cinsiyet, ırksallaşma, bir sınıfa ait olma, v.b. den önce anlam ifade eden bir varoluş değildir. Kimliği istikrarlı ve idrak edilebilir kılan, cinsiyet, toplumsal cinsiyet ve cinsel pratik ve arzu arasındaki tutarlılık ve sürekliliktir. Bu doğrultuda, cinsiyet tanımı itibarı ile aslında hep toplumsal cinsiyettir.

Toplumsal cinsiyet, kemikleşmiş bir düzenleyici çerçeve içinde tekrar edilen bir dizi ‘izin’ ve tabudan oluşan edimler ve bu edimlerle bedenin tekrar tekrar stilize edilmesidir. Çünkü iktidar, iki ile sınırladığı toplumsal cinsiyetlerden biri ile ve onun normlarıyla özdeşleşmeyi dayatır. Bu edimler zamanla birleşir ve bedeni görünür kılan (sadece toplumsal cinsiyetin ‘kadın’ ya da ‘erkek’ olarak işaretlendirdiği bedenler insan olarak geçerlidir) bir çeşit doğal varlık görünümü üretir. Yani cinsiyet, evrensel bir kimlik değil, sebep olduğu iddia edilen davranışları performatif olarak an be an kuran bir performanstır der Butler. Kendisini tekrarla pekiştiren, sağlamlaştıran, sürekli olarak yeniden üreten heteroseksist iktidar rejimlerini baltalamak için tekrarın kendisini durdurmaktan ziyade (ki durdurulamazdı), kimliğin düzenleyici pratiklerini tartışmaya açacak farklı bir tekrarın olasılığını ve niteliğini öne çıkarır ve sorgular. Butler, Taklit ve Toplumsal Cinsiyete Karşı Durma (2007: 33) adlı bir başka kitabında bunu şöyle açıklar: Eğer iktidarın pürüzsüz bir heteroseksüel kimlik yanılsaması yaratmasının yolu ‘tekrar’sa, eğer heteroseksüellik kendi tekbiçimlilik ve kimlik yanılsamasını yerleştirmek için ‘kendini tekrarlamak’ zorunda kalıyorsa, öyleyse bu, sürekli risk altında olan bir kimliktir; öyle ya, kendini tekrarlamayı başaramazsa, ya da tekrarlama tecrübesi çok farklı bir uygulama ve temsil etme amacıyla başka bir yöne kanalize olursa ne olur? Tekrara ihtiyaç duyulması kimliğin kendisiyle özdeş olmadığının bir işaretidir; dolayısıyla yeniden yeniden kurumsallaştırmayı gerektirir, yani her zaman kurumsallığının yitirilmesi riskiyle yüz yüzedir.

Bu tespitten hareketle Butler, ancak toplumsal cinsiyetli görünümüyle idrak edilebilen özne anlayışının, toplumsal cinsiyet yapılarını kuran çeşitli şeyleştirmelerin zorla engellediği imkânlara nasıl yer açabileceğini araştırır. Cinselliğin altüst edici çokluluğunu bastıran cinselliğin ikili düzenlenmesi, heteroseksüel hegemonya, üreme hegemonyası ve tıbbi-hukuksal hegemonyaya karşı önerisi, onu performativite yoluyla kesintiye uğratmaktır; zira toplumsal cinsiyetli özne düzenlenmiş bir tekrarlama sürecinin sonucudur. Burada, kesin çözüm niteliğindeki bir pardigma değil, bir performativite örneği olarak ‘drag’i sunar. Drag, karşı cinsle bağdaştırılan kıyafetleri bir tür performans olarak, teatral etki yaratmak amacıyla giyme edimidir ve Butler’a göre ‘gerçekliğin’ genelde varsaydığımız kadar sabit olmadığını ortaya koyan bir örnektir. Butler bu örnekle toplumsal cinsiyet ‘gerçekliğinin’ zayıflığını teşhir ederek toplumsal cinsiyet normlarının icra ettiği şiddete karşı koymayı amaçlar. Drag, toplumsal cinsiyeti taklit ederek, toplumsal cinsiyetin taklide dayalı yapısını (çocuklar cinsiyetli olmayı ‘örnek alarak’ öğrenirler ve hiç unutmamaları için gereklerini hayatları boyunca yerine getirmelidirler), onu parodileştirip ‘taklit’ ile orjinal’ arasındaki ilişkiyi sorunsallaştırarak ortaya çıkarır. Bu taklit orjinalin anlamını yerinden eder. Bu durumda, ‘normal’, ‘orjinal’ olarak nitelendirilen aslında mümkünsüz olan bir idealin kopyasıdır. Drag, yeni toplumsal cinsiyet imkânlarını ortaya koyarak idrak edilebilirliğin alanına meydan okur.

Butler şöyle der, toplumsal cinsiyetin iç hakikati eğer bir uydurmaysa ve ‘hakiki’ toplumsal cinsiyet bedenlerin üstüne kurulan ve işlenen bir fantaziyse, toplumsal cinsiyetler ne hakiki ne de sahte olabilirler. O zaman, toplumsal cinsiyet esas hali bulunmayan bir öykünme, gerçek sanılan, beklentiler ve belli bazı bedensel eylemler üzerinden üretilen, ısrarlı bir taklit biçimidir. Kimi cinsiyetli ifadeler yanlış/türev kimileri doğru/hakiki ve orjinal sayılamaz. Bedenler ve cinsellikler, cinsiyete başvurmaksızın yeniden düzenlenebilir ve düzenlenmelidir.

Butler, Cinsiyet Belası’yla, doğal bir zorunluluk görünümü yaratan edimleri, “her şeyden önce bir yasağın içselleştirilmesi” olan toplumsal cinsiyet kimliğini teşhir etmeye girişiyor; bedenlerin, cinsiyetin, toplumsal cinsiyetin ve arzuların doğallaştırılmasını sağlayan kültürel idrak çerçevesini çatlatarak, ‘imkânsız’, okunaksız/idrak edilemez, gerçekleştirilemez ve gayrımeşru olan için ve en azından kendi adına, bir ‘imkân yaratmayı’ amaçlıyor. Bir kitabın dayatıcı söylemin gramerini dağıtıp dağıtamayacağı meçhul, ancak bu metnin mümkün olanı yeniden düşünmeyi sağladığı ve normlara uymadıkları için yaşam içinde ölüme mahkûm edilenler için bu imkânın önemi de bir o kadar gerçek. Kendisinin de belirttiği gibi, kuşkusuz bu ‘imkân’ tek başına siyasi bir devrim olamaz, ancak insanın neyin mümkün ve gerçek olduğuna dair görüşlerinde köklü bir değişim olmadıkça siyasi bir devrim zaten mümkün değildir.

Bu yazıyı yazmam da yardımcı olan tamamlayıcı bir okuma önerisi:
Direk, Zeynep. 2007. “Judith Butler: Toplumsal Cinsiyet ve Bedenin Maddeleşmesi”. Cinsiyetli Olmak: Sosyal Bilimlere Feminist Bakışlar içinde, drl. Zeynep Direk. İstanbul. Yapı Kredi Yayınları

[1] En basit tanımıyla, normal, meşru, baskın olana ters düşen her şey anlamına gelir. LGBTT (Lezbiyen, Gey, Biseksüel, Travesti ve Transeksüel) bireyler için kullanılan aşağılayıcı bir sözken eşcinsel ve trans hareketin özellikle daha genç kesimi tarafından sahiplenilmiş ve olumlu bir anlamla kullanıma girmiştir. Eşcinsel, biseksüel, travesti, transeksüel ve cinselliklerini hegemonik heteroseksist normların dışında deneyimleyen heteroseksüelleri kapsayan şemsiye bir tanımdır.
[2] Özneyi toplumsal olarak inşa eden, iktidarın/yasanın otoritesi tarafından çağrılmasıdır. Polis ‘hey, sen!’ dediğinde, seslendiğine karşı yasayı temsil etmekle kalmaz, aynı zamanda seslendiği kişiyi yasaya tabi kılar. Polisin hitabı korkutur, cezalandırmakla tehdit eder, fakat çağırdığını, tehdit ettiğini bir özne olarak kabul eder. Özne, baskı altına alınıp denetlendiğinde toplumsal ve hukuki açıdan kurulmuştur (ve tam tersi).


doğudan, sayı 7 (Eylül-Ekim 2008)

(PORTRE) Turan Kışlakçı- Mahmud Derviş: Filistin Direnişinin Barış Elçisi


Filistin’in dünyaca tanınan ünlü direniş şairi Mahmud Derviş, 9 Ağustos 2008’de kanser tedavisi için gittiği ABD’de hayatını kaybetti. Filistinlilerin üç asırdır yaşadığı ettiği tüm acılara birebir tanıklık eden Derviş, vatansever bir ozan ve hak savaşçısıydı.

Daha küçük yaşlardan itibaren kaleme aldığı şiirler ile Filistin halkının çektiği acıların ve vicdanlarının aynası olmayı başardı. Şiirleri, çağdaş Arap şiirinde zirve şiirler olarak kabul gördü. Bilgeliği ve evrensel yönüyle de tanınan Derviş, Filistin’in mücadelesine desteği açısından 2003 yılında yitirdiğimiz Edward Said’e çok benziyordu.

Mahmud Derviş, şiirlerinde ve nesir şeklinde kaleme aldığı tüm yazılarında, Filistin’in mücadelesini anlattı, halkının sürgün acılarına dikkat çekti. Derviş, halkının acıları kadar İsrailli işgalcilere karşı direnişini de yazdı. Daima Filistin halkının, İsrail politikalarına ve topraklarının işgaline karşı gür sesi oldu.

Vatansever ve devrimci bir ruha sahip olan Derviş, Filistin’in kurtuluşu uğruna verdiği mücadelede hiçbir uzlaşma ve tavizi kabul etmeye yanaşmadı. Arap yönetimlerinin uzlaşmacı tavrını kınadı ve onları Filistin mücadelesine zarar vermekle suçladı. Bu nedenle 1993 Oslo Barış Görüşmeleri’nde Yaser Arafat’ın uzlaşmacı tavrının İsrail yararına olduğunu ileri sürerek Filistin Kurtuluş Örgütü’nden istifa etti.

Derviş’in birçok şiiri, ünlü Arap sanatçılardan Marcel Khalife, Macide er-Rumi ve Ahmed Qa’abur tarafından bestelendi. Özellikle Marcel Khalife tarafından yorumlanan şiirleri, Filistin’in sesini dünyaya duyurdu. En çok bilinenleri; “Rita”, “Celile’de Kuşlar Ölüyor” ve “Annemin ekmeğine hasretim”dir. Bu besteler, en az iki Arap neslinin marşları haline geldi. Filistin Ulusal Marşı da, (Neşid el-İntifada) onun şiirlerinden biridir.

Derviş, 13 Mart 1941 yılında Filistin’in sahil kenti Akka yakınındaki el-Celile şehrine bağlı el-Birva köyünde dünyaya geldi. İsrail devleti kurulduğunda birçok Filistinli gibi Derviş için de sürgün hayatı başladı. 1947 yılında köyünü terk ederek Lübnan dağlarını aşıp Beyrut yakınlarındaki mülteci kamplarında yaşamaya başladı. 1949 yılında imzalanan geçici bir anlaşma ile döndüğü köyünde gördüğü manzara karşısında dehşete kapıldı. 1948 yılındaki meşhur en-Nakba (Felaket) olayında köyleri yerle bir edilmişti. Derviş’in küçük yaşta deneyimlediği bu felaket, ilerde şiirlerinde yer alacak kadar onu derinden etkiledi.
Şiir yazmaya, iki kilometre uzaklıktaki okuluna yürüyerek gittiği ilköğretimi döneminde başladı. Şiirlerini okul arkadaşlarına ve öğretmenlerine okuyarak ilk ününü sağladı. İlk şiirlerinin yayımlanma sürecinde, “el-ard” (Toprak) cephesinde etkinlik gösterdi.
Mahmud Derviş, liseyi bitirdikten sonra İsrail Komünist Partisi’ne katıldı. Derviş, işgal altındaki Hayfa’da “el-İttihad” gazetesi ile “el-Cedid” dergisinin yazı işleri müdürlüklerini yaptı. Yazılarından ve şiirlerinden ötürü çok kez hapse atıldı. Hatta, şiirlerinin büyük kısmını hapiste yazdığı söylenebilir. Mahmud Derviş 1970’te sürgüne gönderildi. 1983-1987 yılları arasında Kıbrıs Rum Kesimi’nde yaşadı. 1988-1995 yılları arasında Paris’te yaşadı. Daha sonra bir gazeteci olarak Kahire’de el-Ahram gazetesi için çalıştı, Filistin Araştırma Merkezi’nin müdürlüğünü yaptı.

1982 yılı Eylül ayında Sabra ve Şatilla’da yaşanan katliamın ardından yazdığı “Beyrut Kasidesi” ile 1984’te Sovyetler Birliği’nde Lenin ödülünü aldı. 2003’te Uluslararası Nazım Hikmet şiir ödülüne layık görüldü. Adı, 2006 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’nün önde gelen adayları arasında geçen Derviş, lirik örnekler gösteren şiirinde, geniş bir insanlık tarihi ve coğrafyasını konu edindi.
Filistin’in müteveffa lideri Yaser Arafat’ın 1974’te BM’de yaptığı ünlü konuşmayı Derviş kaleme aldı: “Bugün bir zeytin dalını ve özgürlük savaşçısının silahını taşıyarak geldim. Zeytin dalının elimden düşmesine izin vermeyin.” 15 Kasım 1988 yılında Cezayir’de ilan edilen Bağımsız Filistin Devleti’nin ilan metnini de o kaleme almıştı.

Şiirleri 30’a yakın dile çevrilen Mahmud Derviş, hayatını kaybetmeden önce Beyrut’ta oturmakta ve burada yayımlanan “Şuuru Filistiniye” dergisini çıkarmaktaydı.

Türkiye’de Filistin âşıkları onu Zeytin Ağacının Yaprakları, Filistinli Sevgili, Gece’nin Sonu, Uzak Bir Sonbahar’ın Hafif Yağmuru, Celile’de Kuşlar Ölüyor, Düğünler, Uykudan Uyanıyor Sevgilim, Yedinci Deneme ve Beyrut Kasidesi adlı kitapları ile tanıdı.

9 Ağustos’ta 67 yaşında gözlerini yaşama yuman Derviş, evrensel kişiliği ile sadece Arap dünyasında değil tüm dünya için büyük bir kayıptır.

Acımız büyük!...

++++++++++++++++++++++

KİMLİK KARTI

Mahmud Derviş

Yaz bakalım! Ben Arabım
Kimlik numaram elli bin
8 çocuğum var
9'uncusu bir yaz sonra geliyor. Kızdın mı?
Yaz bakalım!
Ben Arabım
Amele dostlarımla bir taşocağında çalışırım
8 çocuğum var
Ekmeklerini
Elbiselerini, kitaplarını
Taştan çıkarırım
Kapınızdan sadaka dilenmem
Asla küçülmem
Evlerinizin eşiklerinde
Ne o? Kızdın mı?
Yaz bakalım!
Ben bir Arabım
Adım var sanım yok
Her şeyin olduğu bir ülkede sabırlıyım
Öfkeli insanların ülkesinde
Köklerim
Zamanın doğuşundan da öncedir
Çağların açılmasından da önce
Servi ağaçlarından, zeytinlerden önce
Çimen boy vermeden önce
Babam ... Kara sabanın soyundan gelir
Seçkin bir sınıftan değil
Büyük babam ... rençberdi
Hesapsız ... nisabsız!
Okuma yazmadan evvel, güneşin yüksekliğini öğretti
Evim, bekçi kulubesi misali
Çalıdan ve kamıştan
Nasıl buldun statümü?
Adım var lakabım yok
Yaz Bakalım! Ben arabım.
Dedelerimin meyveliklerini çaldın
Ekip biçtiğim toprağımı
Benim ve cümle evladımın
Bize bir şey bırakmadın ...
Cümle ahfadıma
Bir tek şu kayalar kaldı
Onu da mı alacak
Hükümetiniz ... Söylendiği gibi?
Öyleyse!
Yaz bakalım ...
Sayfanın ta başına
Ben insanları aşağılamam
Taciz de etmem
Amma ... Bir acıkırsam
Hırsızımın etini dahi yerim
Sakın .
Sakın .
Benim açlığımdan
Ve gazabımdan…

doğudan, sayı 7 (Eylül-Ekim 2008)

(KÜLTÜR-SANAT) Mert Tokur ve Müge Karahan- Persepolis'in Devrimi


Egemenlerce yazılan tarih kurgusunda kadınların imzaları belirsiz ve etkileri azdır. Kadının tarih içinde sesini duymak zor olsa da tarih kadın üzerinden konuşulmaktadır. Bazı örneklerde de kadınlar, kendilerine verilen görevler bağlamında tarih yazımına katkıda bulunurlar ama bununla bile nesne olarak içerilmekten kurtulamazlar. Persepolis, bu bağlamda bir kırılma yaratarak tarihi kadının gözünden çizmiştir ve yazar kendi iradesiyle kalemi eline almıştır. Bu bağlamda yazar, görevi uğruna tarih aktarmaya kalkmaz; tarih yazımına doğrudan katkıda bulunur.

Marjane Satrapi'nin anlatısının odağında İran 1979 Devrimi bulunur. Satrapi’nin hikâyesinde İran Devrimi, Türkiye içinde gerçekleşen bir tartışmanın da göbeğine oturmuştur. Uzun bir süre şeriat korkusunun ifadesi olan devrim, en çok kadının konumu üzerinden tartışılmıştır. Bu tartışmanın somut karşılığı da türban olagelmiş ve Türkiye'de türbanın nerelerde kullanılabileceği mevzusu da rejim sorunu haline gelebilmiştir. Türban bir özgürlük mü yoksa bir baskı aracı mıdır? Bu sorunu bir rejim sorunu olarak değil, kadınların bir sorunu olarak ele almak gerekir... Kadının özgürlüğünün soyut bir mesele olarak ele alınması, kadının gündelik hayatta özgürleşmesinin önüne geçer. Tartışılması gereken, kadının gündelik olarak yaşadığı özgürleşmeler ve tabi olduğu baskılar, denetimlerdir. Rejim açısından teorik ve ideolojik olan bu sorun, kadının yaşamı bağlamında pratik ve hayati bir meseledir. Özgürlük bir temsil sorunu değil, var olma sorunu olarak ele alınmalıdır. Sorunu böyle ele alarak, kadının siyasi bir sembol gibi kullanılmasının önüne geçilebilir.[1] Bir tarafta kadın üzerinden rejim sorununu tartışan adamlar (din adamları, devlet adamları, bilim adamları, rektör adamlar ve olaya kendi sorunları olarak değil, rejim sorunu olarak yaklaşan kadınlar) diğer taraftaysa kendi hayatlarını, korkularını, isteklerini tartışan kadınlar bulunur. Bu tartışmanın gerçek ve dolaysız muhatabı kadınlardır ve onların sesine kulak vermeyen tartışmalar özgürleşmenin önünü açmak yerine, egemenlerin yeniden-konumlanmasına yol açar. Satrapi, tarihi bir anın içinden kadın olarak konuştuğu için resmi tarihin içinde bir çatlak oluşturur.

Satrapi’nin hikâyesi ailesinin tarihini de içine alır. Marji küçükken dedesinin prens olduğunu öğrendiğinde gururla karışık bir sevinç yaşar ve annesiyle büyükannesinin anılarını dinlemek üzere kulak kesilir. Okuyucular/izleyiciler hem bir ailenin hem de bir ülkenin tarihini küçük bir çocuğa anlatılanlar aracılığıyla öğrenir. Satrapi’nin anlatımında kendisinden ayrı iki kadın daha öne çıkmıştır. Ninesi ve annesi, hem Marji ile ilişkileri bağlamında hem de kadın olarak gerçekleştirdikleri mücadeleleri ve direnişleri bağlamında hikâyenin içinde görünür bir biçimde konumlanmışlardır. Hikâyeyi en basit ayrıntısına kadar (kişisel ve tarihsel bağlamda) çizen, kadının gözüdür ve bu nedenle de Persepolis tam anlamıyla bir kadın filmi/romanıdır. Bu sayede İran Devrimi'ne bakmak, hem de kadının gözüyle bakmak mümkün hale gelir.

Satrapi'yle birlikte devrime dar bir pencereden bakarız ki pencere gerçekten baktığımız, müdahil olamadan bakmamızın önünü açan bir çerçevedir. Dolayısıyla Satrapi ile birlikte, devrime korkular veya isteklerle kurulan tevatürler üzerinden değil gerçekten bakarız. Bu pencereden görülenler ise, Satrapi'nin kendi deneyimleri olduğu kadar ailesinin ona miras bıraktığı deneyimlerdir. Böylece bu dar pencereden tarihin en önemli anlarından birine tanıklık edilir. Pencerenin darlığı, Satrapi'nin düşüncelerinden veya dargörüşlülüğünden kaynaklanmaz. Aksine Satrapi başkalarının hikâyesini de kendi hikâyesine katabilen geniş bir görüşe sahiptir. Pencerenin darlığının nedenleri, daha ziyade Satrapi'nin konumlanmasıyla ilgilidir. Bu konumlanış, ailenin muhalif geleneği kadar, hali vakti yerinde bir aile olmalarına da bağlıdır. Satrapi genişgörüşlülüğü ve başkalarının hikâyelerini de kendi hikâyesine katabilmesi sayesinde bu konumu(nu) bir çelişki olarak yansıtabilmiştir. 6 yaşındayken, hizmetçileriyle aynı masada yemek yemiyor oluşlarından ve cadillac marka arabalarından rahatsızlık duyması da bunu gösterir.

Konumlanışı itibariyle Satrapi, devrimi sırf ideolojik bir dönüşüm olarak ele aldığında yanılır. Satrapi'nin devrimciliğe tutunduğu nokta aile yakınları ve adaletsizlikten rahatsız oluşudur. Satrapi'nin anlatısı içinde devrimle başka bir nokta üzerinden temas kuramayız. Devrimin öncesinde görülmeyen İslamcılar, devrimden sonra birden ortalığı ele geçirmiş gibidir. Devrim arifesinde devrimcileri sahipleniriz. Devrimin sonrası, Satrapi ailesinin devrimci dostları için de müjdeli bir haberdir. Bu süreçte hapisten çıkan iki arkadaşları da vardır. “Şahın gittiği gün ülke, tarihinin en büyük bayramını yaşadı” derken Satrapi bayram havasında mutluluk yaşayan insanları büyük bir resmin içinde gösterir. Resimde türbanlı kadınlar ve sakallı adamlardan hiçbiri yoktur. Ancak Temmuz 1982'de bambaşka bir manzarayla karşılaşılır. Tahir amcası hasta olduğunda, karısının vize alması gerekir. Vize için izin alması gereken hastane yöneticisi, yengesinin eski temizlikçisidir. Yeni yönetici (eski temizlik işçisi), kadının tedavi için pasaport isteğini “Allah isterse düzelir” şeklinde yanıtlar. Kadın şöyle der: “Bu sersem temizlikçi bir sakal bir takım elbiseyle hastane yöneticisi olmuş! Kocamın kaderi bu temizlikçiye bağlı! Şimdi öyle dinci olmuş ki, kadınların gözlerine bakmıyor sefil salak!” Bu sözlerde, dini yobazlığa ve sınıfsal alt üst oluşa verilen tepki birbirine karışır. Bu yobaz temizlikçi, devrimin bedenidir.

Hikâye, Marji'nin İran'dan kaçmasıyla İran'ın dışına taşarak Avusturya ve Fransa'ya da taşınır. Marjane, Avusturya'da kökleriyle gerilim yaşar. Bundan sonrasında bir yanda köklerine bağlı kalma diğer yandaysa geldiği topraklara uyum sağlamanın gerilimini içinde büyütür. Avusturya'da diğer arkadaşları gibi yaşamaya başlayan Marjane, ailesinin içinde yaşadığı savaşı ve zor durumu düşünerek kendini suçlu hisseder. Marjane'ın değişiminin zorluğu onun kadınlığına da bağlıdır. Aynı şekilde bu ülkeye taşınacak bir erkek “cinsel devrim”le karşılaştığında muhtemelen bu kadar zorlanmayacaktır. Erkeğin köklerinden kurtulması kolayken kadınınki çok daha zor olmaktadır. 'Yozlaşma' kavramının en çok kadın üzerinden tarif edilmesi de bunu gösterir.

Satrapi’nin çizgi romanında, kadınsı/kadınca kaçış ve direniş yöntemleriyle karşılaşırız. Bir düzene karşı çıkmayla ona entegre olma arasındaki konumlanışların kadınsı tezahürlerine tanık oluruz. Akşamları gizliden, perdelerin ardında yapılan eğlenceler, rejime muhalifliğini birkaç saç tutamıyla gösteren kadınlar, kız arkadaşların beraberce başörtülerini çıkartıp çığlık çığlığa araba sürmeleri, Marji’nin, okula yetişmek üzere koşarken kalçaları çok belli oldu diye kendisini uyaran arabalı devrim muhafızlarına meydan okuyarak “o zaman siz de kıçıma bakmayın” diye bağırması, kaçışı ve direnişi örneklemektedir. İşin ilginç yanı, Satrapi ailesinin bu kadınsı direnişlere karşı koymak yerine bunları içine almasıdır. Öyle ki, aile Marji’nin erkek arkadaşıyla yakalanmasına, bu nedenle ödedikleri yüklü miktarda para cezasına rağmen müdahale etmez. Bunun gibi, küçük çocuklarını kız başına Avrupa'ya göndermeleri de izleyicileri şaşkınlığa uğratır. Marji’nin ülkenin dışına çıkması için özellikle annesinin ısrarcı olması, hatta kızına geri dönmeyi yasaklaması da bu bakımdan dikkat çekicidir. İran'da kadın olarak hayatı zorlaşan annenin bu tavrı, kızını aynı zorluklardan kurtarmak için yüklendiği fedakârlık olarak görünür. Bu çağrının babadan daha güçlü bir şekilde anne tarafından dillendirilmesi, ailenin koruyuculuğunu değil, kadınsı bir ortaklaşmayı işaret eder ve çizgi romandaki kadın çizgilerini daha da koyulaştırır. Bu bağlamda, Satrapi sınıfsal konumunun çelişkisini de içinde taşırken İran Devrimine kendi penceresinden bakarak kadının sesi olabilmiştir.

Satrapi, Marjane. 2007. Persepolis, Çev. Şule Çiltaş, Ankara: Minima Yayıncılık



[1] Kadın temsili, Türkiye'de başı açık cumhuriyet kadınında hayat bulurken, İran'da türbanlı kadında hayat bulur. Kadın açısından iki rejim arasında mütekabiliyet kurulabilir. İkisi de gerçekten yaşayan kadınla değil, olması gereken kadınla ilgilenmişlerdir. Kadınların özgürleşmesiyse, temsil edilmeleriyle değil, onların kendi adlarına konuşmasıyla gerçekleşebilir.


doğudan, sayı 7 (Eylül-Ekim 2008)

Sayı 6- Neo-Liberalizm ve İdeolojiler (Temmuz-Ağustos 2008)


Sayı Editörleri: Alaattin Oğuz ve Koray Büyüktuncer


GÜNDEM
ORTADOĞU’DA BARIŞ OYUNLARI
mehmet bekaroğlu

SOSYAL GÜVENLİK REFORMU VE YÜKSELEN TOPLUMSAL MUHALEFET:
ULUS-ÜSTÜ OLANA ULUSAL MUHALEFET Mİ?
serkan mercan

DOSYA: NEOLİBERALİZMİN İDEOLOJİLERİ DÖNÜŞTÜRÜCÜ ETKİSİ

NEOLİBERALİZM VE İDEOLOJİ: FETİŞİST BİR KURGU?
ali rıza güngen

NEOLİBERALİZM VE REFAH DEVLETİNİN DÖNÜŞÜMÜ
onurcan taştan

MERKEZ ÇEVRE'DEN PİYASA-İSLAM SENTEZİNE: İKİNCİ NEOLİBERAL PROGRAM VE AKP
mustafa kemal bayırbağ

DEVLET, SINIFLAR VE AKP İKTİDARI: SOL-LİBERAL SÖYLEMİN ELEŞTİRİSİ
mustafa kemal coşkun

AKP VE NEOLİBERALİZM
menderes çınar

TÜRKİYE'DE MİLİTOKRASİNİN NEOLİBERALİZMLE İMTİHANI
cem özatalay

MUHAFAZÂKAR POPÜLİZM, NEOLİBERALİZM, NEFRET SÖYLEMİ İLE AŞIRI VE
ILIMLI İSLAMCILIK AYNI POTADA NASIL ERİTİLİR: VAKİT GAZETESİ ÖRNEĞİ
onur bakır

NEOLİBERALİZM VE TÜRKİYE'DE "SOL"
aydın çubukçu

NEOLİBERALİZMİN MEŞRUİYETİ: ESNEK BİRİKİM VE
ENDÜSTRİ-SONRASI TOPLUM SÖYLEMİNDE KENT VE BÖLGE
anıl mühürdaroğlu

NEOLİBERALİZM, SENDİKASIZLAŞTIRMA: SONUÇLAR VE ARAYIŞLAR
yüksel akkaya

NEOLİBERALİZMİN 'OLAY YERİ' SİNEMA
nihal bengisu karaca

ARAŞTIRMA - YORUM
TÜRKİYE'NİN KİMLİK/AHLAK SORUNLARI ve İLAHİYAT FAKÜLTELERİ
ilhami güler

KÜLTÜR SANAT
BULAŞMAYAN ÖZGÜRLÜK
mert tokur

DOĞU'NUN BÜYÜK KAYBI: CENGİZ AYTMATOV
cem konuralp

MIRADE KİNE YA DA YAYLARIN ÇIĞLIĞI
alaattin oğuz

PORTRE
DÜNYA BANKASINDAN TEKNİK YARDIM: KARAOSMANOĞLU, ÖZAL, DERVİŞ
cem somel

KİTABİYAT
NORMAN P. BARRY’DE YENİ SAĞ SAVUNUSU
okay bensoy

BİR EKONOMİK TETİKÇİNİN İTİRAFLARI
a. nevra kırbaşoğlu

Editörden - Sayı 6


doğudan okurlarına merhaba

Neoliberalizm başlığını taşıyan altıncı sayımızı tasarlarken aklımızdan ilk geçen, neoliberalizmin ideolojiler üzerindeki dönüştürücü etkisine bakmak ve bunun üzerinden hem neoliberalizmin, hem de hesaplaşmaya giren güç dengelerinin analizine ve eleştirisine bir katkıda bulunmak oldu. Neoliberalizm Türkiye’nin son 30 yılına damgasını vurmuş; bir proje olarak sadece ekonomik dengeler üzerinde değil, ülkenin siyasî hayatında sağcı, solcu, İslamcı, tüm akımlar üzerinde etkisini göstererek bu akımların güç dengelerinde yeni konumlar almalarına yol açmıştır. Bu sayımızın amacı da neoliberalizm projesinin siyaset ve ideolojiler üzerindeki sarsıcı etkisinin altını çizip sorgulamaktır. Türkiye’nin siyasi haritasının bütününde neoliberalizmin etkisini incelemenin özgün bir çaba olduğu kanısındayız. İlk olarak Ali Rıza Güngen yazısında, neoliberalizmin kurgu ve gerçek boyutlarındaki çelişkilerini ortaya sermektedir. Bu noktada neoliberalizmin özgürlük ve demokrasi gibi vaatlerinin ardındaki güç ve çıkar mücadelelerini, başka bir yönüyle de eşitsizliği artırışını deşifre etmek zorunlu görünüyor. Bu bağlamdaki ikinci yazımızda Onurcan Taştan, sosyal politikada yaşanan neoliberal dönüşümü işçi sınıfının kolektif kanallarının parçalanmasına ve sınıf dışı ilişki ağlarının gelişimine olanak sağlayan yoksulluk yardımlarının yükselişine işaret ederek somutlaştırıyor.

Peki neoliberalizmin Türkiye koşullarında özgün olarak ortaya çıkardığı tablo bize neler göstermektedir? Dergimizin özellikle vurgulamaya çalıştığı neoliberalizm ve ideolojiler üzerindeki dönüştürücü etkisi, hem Türkiye’deki düşünce yapılarının dışsal etkilere karşı aldığı konum, hem de Türkiye’deki bürokrasi ve siyaset arasındaki gerilimi farklı bir şekilde yeniden ifşa etmesi açısından önem taşımaktadır. Bu bağlamda Mustafa Kemal Bayırbağ, AKP’nin İslam ve neoliberal piyasayı uzlaştıran siyasetinin, yerel düzlemde kendisine sağladığı avantajları irdelemektedir. Mustafa Kemal Coşkun ise, AKP’nin sermaye birikimiyle paralel, nihai olarak uygulamaya konan neoliberal politikaların bir uygulayıcısı olduğunu ve AKP’nin de devletin sınıfsal özelliğinin en belirgin olduğu bir dönemi temsil ettiğini ifade etmektedir. Menderes Çınar ise konuyu Türkiye’deki bürokrasi ve siyaset arasındaki gerginlik üzerinden tartışarak, AKP’nin neoliberal politikalarının eski korporatist yapıyı sarsan nitelikler taşımasından dolayı ciddi çıkar kavgalarının ortaya çıktığını ve AKP’nin neoliberalizme rağmen mi, yoksa ondan dolayı mı iktidarda kaldığının iyi irdelenmesi gerektiğini ifade etmektedir. Sayımızda benzer içerikteki bir diğer yazı Cem Özatalay’ın kalemindendir. Özatalay, Türkiye’deki militokrasinin bir cazibe merkezi olarak korporatist Rus-Çin kapitalizmine doğru yönelimine ve ülke içindeki güç mücadelelerinin de siyasal iktisat bağlamındaki içeriğine vurgu yapmaktadır.

Mustafa Kemal Bayırbağ’ın AKP’nin İslam ve piyasa sentezine olan vurgusuna paralel olarak Onur Bakır Vakit gazetesi üzerinden muhafazakâr-popülist ve neoliberal saldırgan söylemin bir iktidar nesnesi olarak nasıl araçsallaştığını gözler önüne seriyor. Bu yazı aynı zamanda muhafazakâr çevrelerin iktidarda kalabilmek için neoliberal politikalar karşısındaki suskun tavırlarını göstererek bir yüzleşme çağrısında bulunuyor. İslamcılar için yapılan bu çağrının benzerini Aydın Çubukçu sol için dile getiriyor. Çubukçu yazısında Türkiye’de temel olarak solun Kemalizm’le geçişken bir ilişki yaşadığını, bunun da sol aleyhine sonuçlandığını ve bu nedenle de solun daha çok bir hayat tarzı savunusu yaparak işçi ve emekçi halk kitlelerinden koptuğunu ifade ediyor. Bu nedenledir ki neoliberal politikalar kimi zaman özgürlük üzerinden destek bulurken kimi zaman da ulusalcı reflekslerle muhalefet hedefi hâline geliyor. Sonuç olarak desteğin ve muhalefetin hiçbir türünde işçi ve emek kesimi adına bir karşıtlığa şahit olunamamaktadır.

Dosyamızın son bölümünde ise neoliberal politikaların kent, sendika ve Hollywood sineması gibi farklı alanlardaki dönüştürücü etkileri incelenmektedir. Anıl Mühürdaroğlu kentsel neoliberal politikaların yol açtığı kentsel yoksulluk ve sosyal dışlanma olgusunu; Yüksel Akkaya krizdeki sendikaların çıkış yolu bulma çabalarını okuyucuya aktarırken, Nihal Bengisu Karaca da ABD’nin işgal politikalarını eleştirir görünen bazı filmlerin aslında ABD’nin yine kendisini dolaylı olarak aklama çabalarından ibaret olduğunu ortaya koyuyor.

Bu sayımızda ayrıca Mehmet Bekaroğlu’nun gündem yazısıyla birlikte ikinci bir gündem yazısı Serkan Mercan tarafından sosyal güvenlik reformu üzerine kaleme alındı. Araştırma-Yorum bölümümüze İlhami Güler Türkiye’de Cumhuriyet sonrasında dinin algılanışı ve ilahiyat fakültelerinin misyonu üzerine çarpıcı bir yazıyla katkıda bulundu. Portre bölümümüzde ise Cem Somel bizlere Dünya Bankasından üç şahsiyeti, Atilla Karaosmanoğlu, Turgut Özal ve Kemal Derviş’i incelemeye tabi tuttu. Kültür-Sanat bölümümüzde Mert Tokur, Ken Loach’un It's a Free World filminin kritiğiyle yer alırken, Cem Konuralp, geçtiğimiz günlerde hayatını kaybeden Doğu’nun büyük yazarı Cengiz Aytmatov’u, Alaattin Oğuz da büyük Kürt dengbeji (ses sanatçısı) Mırade Kine’yi tanıttı. Kitabiyat bölümümüzde ise Okay Bensoy Norman Perry’nin Yeni Sağ’ını ve Nevra Kırbaşoğlu John Perkins’in Bir Ekonomik Tetikçinin İtirafları’nı tanıttılar.

Dergimizin bu sayısının neoliberalizmin dönüştürücü etkileri üzerine ufuk açıcı tartışmalara yol açması ve bazı soruların sorulmasına vesile olması en büyük dileğimizdir.

Bu sayı ile doğudan yayın hayatında birinci yılını doldurmaktadır. Başta dergimizin ilk altı sayısının basımı ve dağıtımı konusunda büyük katkısı olan Elips Yayınları olmak üzere okurlarımıza, yazarlarımıza, dergiyi destekleyen ve emeği geçen herkese teşekkür ederiz. Coğrafyamızda her zaman derin açmazlarla malul ve bir o kadar da üzerinden siyasi karşıtlıkların oluşageldiği kadın sorununu, toplumsal cinsiyet ve buna bağlı tahakküm ilişkilerini tartışmaya açacağımız 7. sayımızda buluşmak üzere…

(KÜLTÜR-SANAT) Mert Tokur- Bulaşmayan Özgürlük


Ken Loach yeni filmi It's a Free World'le (İşte Özgür Dünya) 'özgür dünya'dan hoşnutsuzluk yaratan bir kesit sunar. Özgür Dünya tanımı soğuk savaşın içinden çıkma bir tanım olarak görülebilir. Çünkü bu tanım, soğuk savaş yıllarında büyük bir işlev üstlenmiştir. Tanımın işlevi, kapitalist blokla sosyalist blok arasındaki farkı gösterebilmektir. Kapitalist dünyanın üzerine yerleştiği bu fark[1], sosyalist dünyanın baskıları ve tek tipliliğine karşılık, kapitalist dünyanın farklılıkların beraber yaşadığı bir dünya olduğunu anlatma işlevini üstlenir (sürekli paranteze alınan rekabet koşullarında tabii). Öyleyse 'özgür dünya' tanımı, sosyalist blok çöktükten 15 yıl sonra ne anlatabilir?

Ken Loach'un son filmi It's a Free World, 'özgür dünya'nın beşiklerinden İngiltere'de, bu sorunun içinde gezinir. Film özgür dünyada geçer: İngiltere'de. Göçmen işçilerse filmde 'özgür olmayan dünya'nın temsilcisidir. Özgürlük vaadinin onlara yönelik olduğu düşünülebilir. Yoksulluktan veya baskılardan, gönüllü veya zorunlu olarak kaçan göçmen işçiler bir özgürlük vaadine taşınırlar. 'Özgür olmayan dünya'dan taşınanlar, taşındıkları yerde kamplarda kalan göçmen işçiler olur. Böylece film, 'özgür olmayan dünya'nın 'özgür dünya' tarafından nasıl içerildiğini gösterir. 'Özgür dünya', 'özgür olmayan dünya'yı içine aldığı halde dışarıda tutmaya devam eder; kendi 'özgürlüğünü' ona bulaştırmaz. Burada sorulması gereken insanların gerçekten de özgür olup olmadığı sorusu yerine, özgürlük kelimesinin/vaadinin nasıl iş gördüğüdür. Özgürlük, özgür olmayana değilse kime vaat edilir? Özgürlük, işleme geçen bir vaat değil, gösteri olarak işleyen bir vaattir. Özgürlüğün yayılmaması, kendi dışına açılmaması, özgürlük vaadinin özgürleştiremediğini gösterir ki, gösterinin devam etmesini sağlayan da zaten bu “gerçekleşmeme”dir. Özgürlüğün iyi bir şey olduğu bile söylenmez, 'buranın' özgür olduğunun söylenmesiyle yetinilir. Filmin adı bir teşhirden ibaret değildir. 'Özgür dünya'nın aslında özgür olmadığını göstermekten ziyade, özgürleştiremeyen bir özgürlüğün resmini ortaya koyar.

Göçmen işçiler It's a Free World'ün gizli öznesidir. 'Özgür dünya' çağrısı onlara yöneliktir ama Ken Loach'un anlattığı hikâye göçmen işçilere ait değildir. Ken Loach bu sefer işçi sınıfının hikâyesini anlatmak yerine, sınıfsal mücadele içinde diyagonal biçimde yol almayı tercih eder. Patronlarının tacizine ses çıkardığı için işten atılan kadın çalışan Angie yerini, gözünü para hırsı bürümüş acımasız patrona bırakır; ama bu yer değiştirme bireysel hiçbir değişim olmaksızın gerçekleşmiştir. Şirketin kodamanları tarafından taciz edilen Angie buna razı olmaz; ertesi gün işten atıldığını öğrenir. Şirket Angie'yi bir eşiğe taşır, artık işi kalmayan Angie bir şey yapmak zorundadır. Hukuka başvurmak kolay vazgeçtiği bir seçenek olur. Başka bir işe girmek gibi bir seçeneğiyse düşünmez bile. Arkadaşı Rose'la konuşur, onun tahsiline rağmen paspas muamelesi gördüğünü söyler. Angie, Rose'la birlikte paspas muamelesi görmekten, yani mazlumluktan çıkışın yolunu arar; bu yolun kendi işlerini kurmaktan geçtiğini düşünürler. Angie'yi harekete geçiren, tacize uğrayan bir kadın veya istismara uğrayan bir çalışan olması değil, hayatını değiştirme arzusudur. Öyle ki Angie taciz edildikten sonra bu durumu bir kere daha anmamıştır; bununla mücadele etmek bir yana bundan şikâyet ederken bile karşımıza çıkmaz; onun asıl meselesi bir paspas olmaktan kurtulmaktır. Kendi deneyimi başkalarınınkiyle birleşmediğinde paspas muamelesi görmekten, paspas muamelesi yapmaya giden yol o kadar uzun sürmez.

Kişiliklerde hiçbir değişme olmaksızın bir konumdan diğerine geçilir, böylece bireyler silinir. Kimin iyi kimin kötü, kimin zalim kimin mazlum olduğunu sormak hiçbir işe yaramaz. Bireyler yerlerini çizgilere bırakır; bunlar bireylerin içinden geçen çizgilerdir ve her biri toplumsaldır. Bireyler -kişilikler, bunlar siyasi mistifikasyon olarak iş görürler ve konumlar/çizgiler arasındaki güç mücadelelerinin üstünü örterler. Bireyler önemsizleştiğinde elimizde kalan çıplak bir siyasettir. Söz konusu olan güç mücadeleleridir ve bu mücadele işçiyle patron, erkekle kadın, göçmenle yerli arasında sürer. Bu çizgiler birbirleriyle kesişir ve ayrışırlar; birbirlerinden bağımsız oldukları için değil, zalim ve mazlum çizgiler bağdaşık olmadığı için.

Angie'nin hikâyesi
Loach'un hikâyesi Angie'yi anlatır. İşyerlerine göçmen işçi ayarlayan bir ajansta çalışan Angie, işten kovulduktan sonra arkadaşı Rose'la beraber bir ajans kurar. Angie ve Rose giderek zenginleşecek, bununla beraber sıklıkla kendilerini göçmen işçilerin karşısında göreceklerdir. Rose Angie'ye işçilerin kendilerine bakışlarından sarsıldığını belirtince, Angie onlardan korkmalarına gerek olmadığını, işçilerin kendilerine müteşekkir olmaları gerektiğini söyler. Angie'nin 'aslında iyilik yaptığı' düşüncesi babasıyla olan sohbetinde de ortaya çıkar. Babası ona bu işçilerin asgari ücret alıp almadığını sorduğunda, o bu insanların kendi yurtlarında aç olduğunu söyleyerek cevap verir. Ancak sohbetin sonlarına doğru pozisyonlar belirginleşir. Angie babası gibi yoksul kalmak istemediğini söyler. Babasıyla yaptığı sohbette olduğu gibi, filmin ilerleyen dakikalarında da pozisyonlar belirginleşecektir. Angie başta kullandığı başkalarına da iyilik yaptığı yolundaki söylemini tamamen terk edecektir. Rose onun para kazanmak için her şeyi yapabileceğini söylediğinde bu söz cevapsız kalır. Loach soyut bir iyilik kavramını başarıyla eritmektedir. Elimizde kalan neyin iyi olduğu yolunda soyut bir soru değil, neyin, kim için iyi olduğu yolunda somut bir sorudur.

Anlatılan Angie'nin hikâyesiyse, göçmen işçiler hikâyede nasıl içerilir? Angie işveren değil aracıdır, ama o işçilerin tek muhatabıdır. Sınıf çelişkisi aracıyı içine alacak bir şekilde genişler. Sınıfsal çelişki, emeğiyle geçinenler ve yine aynı emekle zenginleşen başkaları arasında kurulur. Angie'nin esas patrondan aldığı çek karşılıksız çıktığında işçiler paralarını isterler. Angie çeklerin karşılıksız olduğunu anlatır ve çekleri gösterir. İşçiler zor durumda kaldıklarını sinirle anlatırlar. Angie'nin açıklaması işçilerin öfkesini dindirmez ama erteler. Angie'yi yolda gören bir işçi ona saldırır ve onu hırpalar. Ama Loach, bizim Angie'nin de mağdur olduğunu düşünmemize müsaade etmez. Akşam Rose'la Angie paralarını bölüşürler. Rose, iyi para kazandıklarını bu paranın bir kısmının işçilere de verilebileceğini söylese de Angie “Burası özgür dünya, istediğini yap” diyerek ve kendi payını alarak konuyu süratle kapatır, Rose da fazla ısrar etmez. Rose'a parayı işçilerle paylaşma fikrini düşündüren şeyin, ne kadar iyilik fikrinden, ne kadar da Angie'nin uğradığı saldırıdan kaynaklandığı bilinmez. İşçiler kendi isteklerini belirginleştirdikçe, Rose ve Angie'nin yaptıklarının onlar için iyi olan şey olmadığı da belirginleşir. Sınıfsal ihtilafı belirginleştiren ancak işçiler olabilir. Patronun bakış açısı, zaten arada bir ihtilaf olmadığı yönündedir. Bu sahnenin ardından eve bir taş atılır. Taşa sarılan kâğıdın üstünde 'hırsız' yazmaktadır. Rose ve Angie'nin korkularının büyüdüğünü görürüz, onların büyük patronlardan farkı, kazandıkları paranın hesabını veremeyeceklerinden polisi yanlarına çağıramamalarıdır.

Angie ve Rose'un ajansı enformeldir ve film boyunca yasayla olan ilişkileri derinleşen bir kriz olarak vuku bulur. Angie bir süre sonra bütün işlerin kayıt altına alınacağını söyler durur, bunun için altı ay süre ister. Bu diyalog Baba II'de (The Godfather II) karısına ailenin bütün işlerini en yakın sürede yasallaştıracağını söyleyen Mike'ı hatırlatır. Mike'ın inanmadan, Angie'ninse inanarak konuştuğu söylenebilir; ama bu kesinlikle sonucu değiştirmez. Benzerlik kesinlikle niyetlerinde değildir, ama işler niyetlerden bağımsız ilerler. Kârın kendisi ancak yasadışı yollardan büyüyebiliyorsa bütün işler nasıl yasallaşabilir ki? Yasadışı kârdan yasal kâra geçmek için hiçbir sebep yoksa bu yasadışının yasanın o kadar da dışında olmaması yüzündendir. Yasal olanla olmayan arasındaki ayrım zannedildiği kadar kesin değildir, piyasa aradaki farkı ustalıkla siler.[2] Esas ayrım güçler arasındadır, hukuk da bu güç mücadelesinde yerini alır. Çalıştığı bir adam Angie'ye yasadışı göçmenlerle çalışmasını tavsiye eder. Onlara çok daha rahat söz geçirilebilmektedir, onlar yurttan atılma tehdidinden sakınarak her koşula razı olmaktadırlar. Angie işin enformel olmaktan tamamen yasal olmaya doğru gideceğini söylerken işler ters yönde ilerler. Bir yasallık eşiğine doğru ilerlemesini, yani bütün işleri yasallaştırmasını beklediğimiz Angie, başka bir eşiği aşar ve yasadışı göçmen işçilerle çalışmaya başlar. Hukukun dışına atılanlar, piyasa tarafından muazzam bir kâr payı olarak içeri alınır. Angie, sahte pasaportun karşılığında her birinin 20 sterlinine daha el koyar.

Anlatılan Angie'nin hikâyesi olsa da, Loach onunla özdeşleşmemizin önüne set çeker. Loach'un başarısı, sınıfsal ihtilafı diyagonal kesen bir çizgi oluşturması, bizi kesişme noktalarından geçen bir hikâyenin içine taşımasıdır. Angie'nin hikâyesi, beraber olduğu Polonyalı Karol'un, ortağı Rose'un, kızının işçilere davranışını yadırgayan babasının, uğruna birçok şey yaptığı oğlunun, evine aldığı İranlı Mahmud'un ve ailesinin, peşinde koştuğu işyerlerinin, paralarını vermediği işçilerin, dayak yediği işçinin ve umut vaat ettiği işçilerin hikâyesini içerir. Angie'ye sadece kendi gözünden değil, birçok gözden bakarız, film Angie'nin değil, onun ilişkilerinin içinden geçer. Hikâyesi anlatılan Angie'yi neredeyse hiç yalnız görmeyiz, onun yalnızlığının bizim açımızdan önemi de yoktur. Angie sürekli birileriyle ilişki halindedir. Onun bencilliği bir yalnızlık anında belirmez, bu ilişkilerin içinde yeşerir. Bencilliğin açmazı, onun için başkalarına muhtaç olunmasıdır. Bencillik başkalarıyla ilişki kurmamaktan değil, bütün ilişkileri kendi hesabına kâra çevirmekten geçer.

Angie'nin bencilliği, bir şirkete vereceği göçmen işçilere yer ayarlamaya çabalarken tepe noktasına ulaşır. Kendi işçilerini koyacak yer bulamadığında yasadışı göçmenlerin kampını ihbar eder. Böylece kendi getireceği işçilere yer açmış olur. Yasadışılık bir kez daha kâr payı olarak içeri alınır. Ancak bu kadarını kabullenemeyen Rose'la yolları ayrılır.

Filmin sonlarına doğru, Angie'nin oğlu Jamie, sipariş ettikleri pizzaları almak için kapıya gider ama uzun süre gelmez. Onun yerine Angie'den paralarını alamayan işçiler olduğu anlaşılan maskeli birkaç kişi girer. “Sen oğlunu bizimkilerden değerli mi sanıyorsun?” diyen işçiler paralarını isterler ve evdeki paranın bir kısmına da el koyarlar. Angie paraların kuruşu kuruşuna ödeneceğini söyler. Maskeliler çıktığında Jamie döner, kimliklerini belli etmeden onu dışarıda tutmuşlardır. İşçiler paralarını, bir şekilde güçlerini göstererek alırlar. İşçinin sözlerine kıymet veren o sözlerin doğruluğu değildir. Filmde benzer sözler çokça yankılanmıştır. Bu sözler, kıymetini yaptırım gücünden ödünç alır. Güç dengesi bir anlığına yer değiştirir ve işçiler bununla Angie'ye kendilerini dinletebilir.

Bizi Angie'ye bir yaklaştırıp bir uzaklaştıran şey, onun bir mazlum bir zalim olmasıdır. Patronu tarafından tacize uğrayan kadın kendi ajansını kurar, oğluna iyi bir hayat vermek için çalışır. İşverenden işçilerin parasını alamaz ve işçilere de veremez; ama bu işçiler üzerinden gayet iyi para kazandığını görürüz. Bunun üstüne bir işçiden dayak yer. Kendi çağıracağı göçmenlere yer açmak için gidecek yerleri olmayan diğer göçmenlerin yaşadığı kampı polise ihbar eder. Ertesinde para vermediği işçiler evini basar ve oğlunu rehin alır. Bütün bunlara rağmen filmin sonunda işine aynı şekilde devam ettiğini görürüz. Kimin mazlum kimin zalim olduğu gösterilmez, mazlumlar ve zalimler yer değiştirir. Angie, mazlum pozisyonundan zalim pozisyonuna kişiliğinde bir değişme olmaksızın geçer. Bugün mazlum olmak, yarın zalim olmamanın bir garantisi değildir. Bu yer değiştirmeler sayesinde mazlumla-mağdurla özdeşleşme eğiliminin önüne geçilir filmde. Bu gereklidir çünkü mağdurla özdeşleşme isteği, güç dengelerinde hiçbir değişim yaşanmaksızın gücün olumsuzlanması anlamına gelir; bu da dünyayı değiştirebilecek kudretin soğurulmasına yol açar. Mazlumluk-mağduriyet, olumsuz bir uğrak, sınıfsa olumlu bir uğraktır. Mazlumluk güçsüzlüğe, sınıfsa kurucu güce gönderme yapar. Sınıfı belirleyen ayrım mazlumlarla zalimler arasından değil, dünyaya sahip olanlarla onu değiştirmeye muktedir olanlar arasından geçer. Loach bu filmiyle siyasetin aslına, yani çoktandır farklılıkların ifadesi olarak anlaşılan siyaset anlayışından, güç/iktidar mücadelesine rücu etmektedir.

Göçmenlerin genelde göç, köken, kimlik bağlamında ve entegrasyon sorunu olarak tartışıldığı bir zamanda Loach, göçmenleri birer işçi olarak ele alır. Burada da göç hikâyeleri vardır tabii. İranlı Mahmud baskıdan kaçtığını, Doğu Avrupa'dan gelenlerse orada iş bulamadıklarını anlatırlar. Ancak köken hikâyeleri her türlü ayırıcılığından sıyrılmıştır. Karol'un tabiriyle “Londra'daki üçüncü dünya”da çıkarlar ortaklaşmış, saflar belirginleşmiştir. Sınıfsal saha dinamiktir ve her seferinde mücadeleyle yeniden kurulur. Ken Loach bu filmde de daha önce yüzdüğü sulardan uzaklaşmaz. Bu filmle sınıfın bir kimlik değil, mücadelenin üzerinde gerçekleştiği bir saha olduğunu bir kez daha görürüz. Filmin son sahnesindeyse, atlattığı tüm badirelere rağmen Angie, filmde anlaşıldığı üzere daha da büyüttüğü işinin başındadır. Başına gelenlerin hiçbiri Angie'yi yolundan çevirmeye yetmez. Film bitmemiş olduğu hissini vererek biter; mücadele devam etmektedir.

[1] Bu fark, genellikle totaliter rejimlerle demokratik rejimler arasındaki fark olarak tarif edilir. Bu ayrım gayet muğlaktır. Demokrasi nerede biter ve totalitarizm nerede başlar? Demokratik sayılamayacak ama totaliter de denilmeyen birçok rejimi bir kenara koysak bile, ABD McCarthy'ciliğini anmak da bu ayrımın yapaylığını görmek için yeterli.
[2] Yasal ve yasadışı kazancın farkını silen bir piyasa olmadan mafya tarzı bir örgütlenme de imkânsız olurdu. Mafyanın esas başarısı, yasanın dışına çıkabilmesi değil, yasaya yeniden girebilmesidir. O, yasaları çiğner, ama bunu herkes yapabilir. Mafya bunu suç işlemeksizin gerçekleştirir. Piyasada her şey mübadele değeri olarak içerilir. Yasal ve yasadışı kazanç burada eşitlenir.


doğudan, sayı 6 (Temmuz-Ağustos 2008)

(PORTRE) Cem Konuralp- Doğu'nun Büyük Kaybı: Cengiz Aymatov


Türk ve dünya edebiyatının en büyük isimlerinden Cengiz Aytmatov, artık ölümsüzlük yurdunda…

O, ölümsüzler katına yükselmeyi çoktan hak etmiş bir bilge insandı; toprağından ve kültüründen aldıklarını cömertçe bütün insanlığa vermesini bildi. Her kitabı bunun canlı birer şahididir.

Aytmatov’un doğduğu topraklar, dünyanın en büyük destanı olan Manas Destanı’nın ruhları nakışladığı diyarlardır. Hiç şüphesiz, daha çocuk yaştan itibaren Cengiz Aytmatov, Manas’ın havasını kalbine ve ruhuna doldurmuştu. O büyüyünce sanki yeni çağın Manasçısı olacaktı ve oldu da… Çünkü o Manasın has çocuğuydu...

Cengiz Aytmatov dünyanın en büyük yazarlarındandır. O, birbirinden güzel hikâyeler, romanlar yazdı. “Cemile” için Fransız şairi Louis Aragon “dünyanın en güzel aşk hikâyesi” diyor. Sonra “Selvi Boylum Al Yazmalım”… Yönetmen Atıf Yılmaz tarafından 1977 yılında çevrilen, Kadir İnanır ile Türkân Şoray'ın başrollerini paylaştığı Türk sinemasının en unutulmaz filmlerinden olan ''Selvi Boylum Al Yazmalım'' Cengiz Aytmatov’un romanından sinemaya aktarılmıştı. Cahit Berkay'ın müziğiyle Türk halkının hafızasında silinmez iz bırakan film, aşka çok çarpıcı ve değişik bir bakıştı.

Eserleri arasından daha nicesini film olarak seyrettik: Cemile, Elveda Gülsarı, Gün Olur Asra Bedel, Beyaz Gemi gibi… Sinemanın diliyle de çok güzeldi anlattıkları ve milyonların hayranlığını bu yolla da kazandı.

Aydınlar arasında sıkça kullanılan ''mankurt'' veya ''mankurtizm'' kavramının isim babası da Cengiz Aytmatov'dur... Aytmatov, insanın kendi özüne yabancılaşması neticesinde şahsiyetini ve kültürel hafızasını kaybetmesini, zihni yönden köleleşmesini, eserlerinde ''mankurtizm'' kavramıyla çarpıcı bir şekilde izah ediyordu. ''Beyaz Gemi'', ''Gün Olur Asra Bedel'', ''Cengiz Han'a Küsen Bulut'', ''Dişi Kurdun Rüyaları'' gibi romanlarında Aytmatov, ''mankurtizme'' sıkça yer veriyordu. ''Gün Olur Asra Bedel'' adlı romanında hafızası silinen, yani mankurtlaştırılan oğul, annesi Nayman Ana'yı öldürürken, aslında kendi geleceğini katletmiş oluyordu. Annenin temsil ettiği barış, sevgi dolu yaşatıcı ve kapsayıcı değerler bütünü, mankurtlaştırılmış, robot hâle dönüştürülmüş kişilikler için hiçbir önem taşımıyordu... Aytmatov, Sovyetler Birliği'nin baskıcı idaresi altında dahi eserlerinde insan hürriyetini savunmuş ve bunu cesurca işlemekten çekinmemiştir. Romanlarında mankurtlaştırmaya karşı çıkan Aytmatov, insanı dirilmeye, uyanmaya, aktif olmaya, töresine, örfüne, geleneğine ve geleceğine sahip çıkmaya çağırıyordu. Bozkırın o yoksul ve çaresiz insanları onun eserlerinde öylesine güzel anlatıldılar ki, her biri bozkırın yanık bir türküsü olarak kulaklarımızda çınladı; onların hayatlarına biz de ortak olduk.

Cengiz Aytmatov, Anadolu’dan değildi, Türkiye’den çok uzaklardandı. Ama bütün okuyucuları onu sanki bu toprağın, Anadolu’nun insanıymış gibi gördü; öyle benimsedi. Toprak Ana diye anlattığı ha Kırgızistan toprağı idi, ha Anadolu… Fark eden bir şey olmadı… Çünkü Aytmatov’un romanlarında anlatılan coğrafya bizim de ata topraklarımızdı; en azından sezgileriyle okuyucu bunun farkındaydı…
Aytmatov, Orta Asya Türk soylu halkların efsanelerinde, destanlarında, masallarında ve türkülerinde dile getirilmiş birikimleri, etkileyici bir dille bugünün okuyucularına ulaştırmış, milletinin evlatlarına bu zenginliği yeniden hatırlatmış; eserleriyle hem Türk soylu halkların kültürel miraslarının zenginliğine katkıda bulunmuş hem de eserlerinin çevrildiği dillerin okuyucularının bu mirasa tanıklık etmelerini sağlamıştır.
Ona Nobel Edebiyat Ödülü’nü vermediler! Vermeyişlerinin sebebi tahmin edilebilir… Biz buna hiç üzülmedik; çünkü bu ödülün hangi siyasi mülahazalarla verildiğini çok iyi biliyoruz. Cengiz Aytmatov’a elbette verilmezdi; ödülcülerin ölçülerinin dışında kalıyordu… İyi ki dışında kalıyordu; bizler onu bu “dışında kalma” hâliyle daha çok sevdik. Gönlümüzde en yüksek payeleri, en büyük ödülleri ona verdik.

Bir yazar olarak, bir edebiyatçı olarak o bahtiyar bir insandı ve bu fani âlemden bahtiyar olarak ayrıldı… Söyleyeceklerini söyledi, yazacaklarını yazdı… Yazdığı eserlerin yüzlerce dile çevrildiğini gördü, yüz binlerce insan tarafından okunmanın hazzını yaşadı ve böylece mesajını bütün dünyaya ulaştırdı.

Şimdi söylediklerine kulak verme, yazdıklarını tekrar okuma zamanıdır…

Aytmatov aramızdan ayrılmış olsa da, o bundan böyle eserleriyle yaşamaya devam edecektir… Malum olduğu üzere, büyük yazarlar ölümsüzdür…

***
Cengiz Aytmatov, 12 Aralık 1928'de Kırgızistan'ın kuzeyindeki Talas Eyaleti'nin Şeker Köyü'nde dünyaya geldi. Aytmatov, eğitim için köyünü terk ederek Kazakistan'a gitti, Cambul Veterinerlik Teknik Okulu'nu bitirdi. Bişkek’teki Tarım Enstitüsü’nde okudu.

Ardından Maksim Gorki Edebiyat Enstitüsü’ne gitti ve 1956 ile 1958 yılları arasında Moskova’da eğitimine devam etti. Edebiyat hayatına Moskova’da atılan Aytmatov, bu yıllarda Pravda gazetesinde çalıştı. Ardından, yazdığı eserlerle üne kavuştu.
İlk eseri Cemile’yi 1958'de çıkaran Aytmatov, 1963 yılında, "İlk Öğretmen, Deve Gözü, Cemile ve Selvi Boylum Al Yazmalım” adlı hikâyelerinden oluşan "Steplerden ve Dağlardan Hikâyeler" adlı kitabıyla Lenin Edebiyat Ödülü'nü kazandı. 1968'de "Büyük Sovyet Edebiyat Ödülü'nü aldı ve Kırgızistan'ın millî yazarı seçildi.
Eserlerini, Kırgızca ve Rusça olarak kaleme alan Aytmatov, kahramanlıklarının yanında halkının içine düştüğü zor durumları çelişkileri, yaşadığı acıları da anlatmış; problemlerin çözümlerine dair ipuçlarını vermiştir. Eserlerinde kendi ifadesi ile 'tipik insan'ı ortaya koymaya çalışmış; geçmişi bilmek ve tarihi mirasa sahip olmakla her türlü meselenin üstesinden gelinebileceğini göstermiştir.
Eserleri Türkçenin yanı sıra 157 dile tercüme edilerek milyonlarca baskıya ulaşan Aytmatov, 1958'de Kırgız Yazarlar Birliği Prezidyumu üyeliğine, 1962'de de Kırgız Sinematografi İşçileri Birliği birinci sekreterliğine getirildi.
1966'da SSCB Yüksek Sovyet'i üyeliğine seçildikten sonra, 1967'de SSCB Yazarlar Birliği Yürütme Kurulu üyesi olan ünlü yazar, 1968'de Sovyet Devlet Edebiyat Ödülü'nü aldı. Son yıllarda politikaya da atılan Aytmatov, Kırgızistan Meclisi'nde Talas Bölgesi Milletvekilliğinin yanı sıra Kırgızistan'ın Benelux Devletleri büyükelçiliğini de yaptı. Uluslararası Cengiz Aytmatov Vakfı Onur Başkanlığı'nın yanı sıra Aytmatov, uluslararası diyalog çalışmalarıyla da tanınmaktadır.
2003'te doğumunun 75. yıl dönümü devlet töreniyle kutlanan Aytmatov, o yıl dönemin Cumhurbaşkanı Askar Akayev tarafından "Altın Madalya" ile ödüllendirilmiştir.
20. yüzyılın en büyük romancılarından biri olarak ifade edilen Kırgız yazara 2006’da Elazığ’da “ Türk Dünyası Hizmet Ödülü” ile Fırat Üniversitesi tarafından ''Fahri Doktora'' unvanı verilmiş, Türk Edebiyatı Vakfı’nca da “Türk Dünyası’nın Yaşayan En Büyük Yazarı” beratı sunulmuştu.
Cengiz Aytmatov, 'Gün Olur Asra Bedel' romanının film çekimleri için gittiği Tataristan Cumhuriyeti'nin başkenti Kazan'da 16 Mayıs'ta rahatsızlanmış, böbrek yetmezliği teşhisiyle tedavi için Almanya'ya getirilmişti. 10 Haziran 2008 tarihinde Almanya'da vefat etti.
14 Haziran Cumartesi günü resmi törenle Bişkek yakınlarındaki Ata-Beyit Anıt Mezarlığı'nda defnedildi. Ata-Beyit Anıt Mezarlığı, 1938 yılında Stalin döneminde ülkenin önde gelen aydınlarının kurşuna dizildiği yerdir. 1990'da ortaya çıkarılan toplu mezarlıktaki aydınlar arasında, Aytmatov'un babası Törökul Aytmatov da bulunuyor. Kırgızistan hükümeti bağımsızlıktan sonra Ata-Beyit'teki katliam kurbanları için anıt yaptırdı. Aytmatov, katliam kurbanlarından sonra, Atabeyit'e defnedilen ilk kişi oldu.


doğudan, sayı 6 (Temmuz-Ağustos 2008)

(KÜLTÜR-SANAT) Alaattin Oğuz- Mırade Kine ya da Yayların Çığlığı


Mırade Kine ya da bazı yerlerdeki farklı söylenişine göre Murado, 1943 yılında, Gercüş’e bağlı Altınoluk (Gera Cehfer) köyünde dünyaya gözlerini açtı. Mırade Kine. Kine ailesinden Murad. Ya da Kineler’in Murad’ı. Şu an Dargeçit’te (Kerboran) müzikle uğraşan ailelerden biridir Kine ailesi. Babası da bir kemençe[1] ustası, bir dengbej. Dengbej ses sanatçısı anlamına gelir Kürtçede. Hatta sese şeklini veren, ona can veren, onu eğip büken demektir. Dengbejlik Doğu halk ozanlığı olgusunun Kürt bölgelerinde yaygınlık bulmuş halidir ki Irak ve Suriye dışında Türkiye’de Mardin, Batman ve Siirt hattında yaygınlık gösterir. Dengbejler yani Kürtçe oyun havaları söyleyen, ağıtlar yakan bu sanatçılar köyden köye dolaşır, düğün derneklerde kemençe çalarak maharetlerini sergilerler. Bölgede bu dengbejlerin söylediklerine, çoğunlukla da ağıt ve uzun havalara stran denir. Kemençeyle (rebab) eşlik edilen bu stranlarda yerel hikâyeler anlatılır, kavgalardan aşklardan dem vurulur ve adeta bir yerel tarih kaydı geçilir.[2]

Mırade Kine’nin dengbejlik müessesesinde efsanevi bir konumu vardır. Mırade, 20’li yaşlarının başlarına kadar ailesinden uzaklaşmamış, babasının yaptığı köy gezilerinde ona eşlik etmiş, beraber ziyaret ettikleri köylerde stranlar söylemiştir. Sesinin güzelliği ve kemençe (rebab) çalmasındaki ustalığı doğrudan dikkatleri üzerine çekmiş ve kısa bir süre sonra kendi başına Van, Batman, Siirt ve Mardin’in köylerini dolaşıp sanatını icra etmeye başlamıştır genç yaşlarında. İlk olarak kendinden önceki ustaların bestelerini çalan Mırade, kısa süre içinde kendi bestelerini yapmaya başlamış ve 30’lu yaşlarından itibaren de başlı başına bir ekol olma yolunda emin adımlarla ilerlemiştir. 30-40 yaş arası kendisinin altın yıllarıdır ve üzücüdür ki 1984 yılında 41 yaşında kalp krizi neticesinde ölümü bir bakıma sanatının zirvesinde iken erken bir veda olarak kalpleri acıtmıştır. Ölümüne yakın yıllarda zirvede olması ve bir efsane olarak anılmasını bir arkadaşı şu sözlerle ifade etmekteydi: “Mırade, bizim oranın köylerinde bir şeyhten daha itibarlıydı. Bir köye cumhurbaşkanı gelseydi Mırade’nin gelişi kadar heyecan yaratamazdı”. Bu sözler abartı mı? Emin olun değildir. Ben en azından az çok hayranlarını görmüş/tanımış biri olarak bu ilgi ve heyecanın tanıklığını yapmışımdır. Bu gerçekliğin müzikal tarafının izahını yapabilecek durumda değilim belki; fakat bildiğim şey Mırade Kine’nin 30’lu yaşları boyunca kendi orijinal besteleri yoluyla öncelikle Mardin, Batman, Siirt ve Van hattında onu canlı dinleyenlerin duygularına tercüman olması, sonrasında ise elden ele dolaşan kopya kasetleri yoluyla da tüm Mezopotamya’da tanınıp bir efsaneye dönüşmesi gerçeğidir (Mırade’nin hiçbir stüdyo albümünün olmadığını, ortalıkta dolaşan kaset ve cd’lerinin canlı kayıtlardan ibaret olduğunu bildirmek isterim). Bu kayıtlarda Mırade sadece duygulara tercüman olan aşk ve gurbet şarkıları söylemekle kalmaz; aynı zamanda siyasi olaylara da şarkılarında yer vererek, bir nevi bölge tarihinin canlı taşıyıcısı olur. Ki bu nedenle bir şarkısı yüzünden kısa bir süre tevkif edilir

Mırade’nin, dışlanmış ve acılı bir coğrafyanın tüm insani taraflarını şarkılarında yansıtarak söylediği birçok stran (ağıt) dinleyicilerin kendisini sahiplenme düzeylerini yükseltir. İnsan topluluklarının yaşadıkları tecrübeler üzerinden edindikleri/biriktirdikleri duygusal özelliklerin en doğrudan yansımaları, kendini o topluluğun müzik ürünlerinde gösterir. Şevket Süreyya Aydemir “Suyu Arayan Adam” adlı kitabında, Birinci Dünya Savaşı sırasında Ermeni gruplarıyla çıkan çatışmalar nedeniyle Erzurum’daki köylerini terk eden Türk bir karı koca gördüğünü söyler. Kadın kocasının yanında bir ağacın altına oturmuş, yurdundan koparılmış olmanın verdiği acıyla bir taraftan ağlıyor, bir taraftan da acıklı ve uzun bir ağıt yakıyormuş. Aydemir hayatında ilk defa böylesi bir şarkı söyleme tarzını işittiğinden hayretler içerisinde kalmış. Balkan kökenli ve İstanbul’da eğitim görmüş bir asker olarak Aydemir kendinin çok dışındaki bir kültüre karşı yaşadığı bu inanılmaz yabancılık halini çok güzel anlatır kitabında. Buradaki yabancılık aslında kasti bir uzak kalma halinden çok, empati kurabilme olanaklarının yokluğu ile ilgilidir. Mırade Kine’nin stranlarına/müziğine karşı dünyamızın olanaklarını düşündüğümüzde bir yabancılık hissi duymamızın, coğrafyamızdaki insanların kültürel ürünlerine karşı bir ilgisizlik ya da görmezden gelme hali dışında herhangi bir açıklaması olabilir mi acaba?

Mırade, bir kültürün taşıyıcılığını icra ettiği müziğiyle en güzel şekilde gerçekleştirdiği içindir ki, Kürt halkının yoğunlukta yaşadığı bölgelerde bir efsane haline gelmiştir. Ciwan Haco, en sevdiği Kürt sanatçılar arasında onu sayıp ayrıca birçok albümünde onun şarkılarına yer verirken, Şivan Perver de bir Mırade Kine şarkısı olan “Mala Mın”a bir albümünde yer vermiştir. Tarz olarak Mırade’den farklı olan bu sanatçıların dışında Mırade’nin asıl etkisi bölgedeki dengbejler arasındadır. Dengbejler Mırade’nin adeta doğaüstü güçlerin yardımıyla kemençe (rebap) çaldığını ve asla detone olmaması dolayısıyla kendilerinin hala en çok örnek aldıkları dengbej olduğunu ifade etmekteler. Üstelik 41 yaşında hayata gözlerini kapamasına rağmen gerek dengbejler, gerekse sıradan halk nezdinde, yani hem teknik hem de duygusal açıdan Mırade’nin ne raddede bir istisnailiği haiz olduğu açık bir gerçek olarak karşımızdadır. Sonuç olarak onu tanımak ve önemsemek, kendimizi tanımak ve kendimize yabancılaşmamızın önüne geçmektir. Çünkü Mırade Kine yanı başımızda ve hatta aramızda yaşamakta, çaldığı kemençesiyle ortak insani duyguları kendi dilinden seslendirmektedir.

Canlı kayıtlar Mozaik Müzik firması tarafından derlenip basılmıştır:
Mırade Kine: “Eliye Bezo”
Mırade Kine: “Ax Le Nure”
Mırade Kine: “Hawer Delal”
Mırade Kine: “Bişare Çeto Hame Göze”
Mırade Kine: “Ew Ji Jin E”
Mirade Kine: “Seyre U Eliye Mamed”
Mırade Kine: “Gewre”
Mırade Kine: “Seva Heci u Mir Mehmud”


[1] Dengbejlerin çaldıkları bu kemençeye Kürtler yine kemençe derken, Suriye gibi Arap bölgelerinde bu enstruman rebap diye isimlendirilir. Bu kemençenin Karadeniz’de çalınan kemençeden farkı, alt kısmının yuvarlak ve delikli, tellerinin akorlu ve sesinin daha bas olmasıdır.
[2] Mırade Kine’nin arkadaşı ve aynı zamanda albümlerini basan M. Emin Dağ’ın aktardığına göre kemençe çalıp köy köy dolaşan ve köy dışında kıl çadırlarda yaşayan dengbejlere aynı zamanda “mıtrıb” da denilmektedir. Bütün dengbejleri kapsamayan bu kullanım, sadece soyundan göçebe olanlar için kullanılmaktadır. Kökleri Pakistan’ın Karaçi şehrine dayandığı için bu insanlara aynı zamanda “kareçi” de denilir ve kullandıkları kemençe de yine Pakistan’a dayanır. Bu bilgiler bu insanların Roman kökleri hakkında bize ipucu vermektedir aynı zamanda. Yine M. Emin Dağ’ın anlattığına göre Mırade Kine’nin ailesinin “mıtrıb” bir kökeni yoktur.


doğudan, sayı 6 (Temmuz-Ağustos 2008)

(TAM METİN) Cem Somel- Dünya Bankasından Teknik Yardım: Karaosmanoğlu, Özal, Derviş


İkinci Dünya Harbinden bu yana çevre ülkelerinde zaman zaman iktisadî buhranlar patlak vermektedir. Çevre ülkesinde bir iktisadî buhran orada düzeni sarsacak bir siyasî buhrana dönüşme tehlikesi gösterdiğinde, o ülkeden olup Dünya Bankasında çalışmış mutemet şahsiyetlerin durumu düzeltmekte rol oynadığı sık sık gözlenmiştir. Buna örnek olarak Türkiye’nin geçirdiği üç buhranda rejimi takviye etmekte amil olan, ikisi Dünya Bankasında görevde iken davet edilen, biri de geçmişte Dünya Bankasında çalışmış üç simayı, Turgut Özal’ı (1927-1993), Atilla Karaosmanoğlu’nu (1932-) ve Kemal Derviş’i (1949-) bir arada incelemek mümkündür.
Karaosmanoğlu Özal’dan genç olmasına rağmen kamu oyunda Özal’dan önce tanındı. Karaosmanoğlu, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesinde ve İstanbul Üniversitesinde iktisat alanında lisans ve doktora öğrenimi gördü. 1960 ihtilâlinden sonra Devlet Planlama Teşkilatında iktisadî planlama daire başkanı olarak çalıştı. Planlamanın finansmanı ve başka ilke meseleleri üzerinde siyasetçilerle ihtilâfa düşerek 1962’de istifa eden planlamacılardan biri idi. Karaosmanoğlu 1965’te OECD’de çalıştıktan sonra 1966’da Dünya Bankasında görev aldı.
1960’tan sonra Türkiye’de işçi sınıfı haklarını çıkarlarını daha güçlü bir mücadele ile savunmaya başlamıştı. Üniversite öğrencileri içinde de sosyal adalet, kalkınma, millî bağımsızlık talep eden gruplar faal idi. Yükselen sınıf mücadelesi ortamında Türk Silahlı Kuvvetleri 12 Mart 1971’de Süleyman Demirel başkanlığındaki hükûmete asayiş sağlayacak güçlü hükûmet talep edip darbe yapmakla tehdit eden meşhur muhtırayı verdi. Demirel hükûmeti istifa etti. Cumhurbaşkanı Sunay Nihat Erim’i partiler üstü bir teknokratlar hükûmeti kurmakla görevlendirdi. Erim, Atilla Karaosmanoğlu’nu hükûmete davet etti. Hükûmet programını Karaosmanoğlu hazırladı.
Karaosmanoğlu’nun başbakan yardımcısı olarak görev aldığı Erim hükûmeti 1971 Mayısında 11 ilde sıkıyönetim ilân etti; ABD ile anlaşarak Haziranda haşhaş ekimini yasakladı; Temmuzda Ortak Pazara (şimdiki Avrupa Birliğine) geçiş sürecini başlatan Katma Protokolü meclisten geçirdi. O dönemde sanayi ürünleri ve hizmet fiyatlarını değiştirmek hükûmetin iznine tabi idi. Erim hükûmeti birçok malın fiyatına zam yapmak suretiyle sabit gelirlilerin satın alma gücünü azalttı. Bu hükûmet zamanında Anayasa Mahkemesi Türkiye İşçi Partisini kapattı; Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ile Ulaş Bardakçı idam hükmü giydi.
Karaosmanoğlu 1971 Aralık ayında hükûmetten istifa etti; Orta Doğu Teknik Üniversitesi müracaatını kabul etmeyince Dünya Bankasına döndü. Bankada Asya işlerinden sorumlu oldu ve başkan yardımcılığına kadar yükseldi. Hâlen emeklidir.

Dönüşümün Mimarları
Karaosmanoğlu’nun hükûmette görev yaptığı 1971 ile Özal’ın yüksek göreve geldiği 1979 arasındaki yedi fırtınalı yılda dünyada vuku bulan bazı önemli olayları hatırlamak, Özal dönemini anlamaya yardımcı olabilir. 1968’de birçok ülkede işçiler ve öğrenciler ayaklandı. Türkiye’de işçiler 15-16 Haziran 1970’te kitlesel grev ve nümayiş yaptı. 1973’te Petrol İhraç Eden Ülkeler Teşkilatı (OPEC) petrole aniden büyük bir fiyat zammı yaptı. 1974’te Yom Kippur Harbinde Mısır ile Suriye İsrail’i Sina’dan çıkardı. Türkiye 1974’te Kıbrıs’a askerî müdahale yaptı, ABD silâh ambargosu uygulayınca topraklarındaki Amerikan üslerini kapattı. Vietnam halkı 1975’te ABD ordularını ricata mecbur ederek ülkeyi birleştirdi. İran’da 1979’da halk ayaklanarak işbirlikçi Şah rejimini yıkıp ideolojik olarak Batı’ya karşı duran bir İslâm Cumhuriyeti kurdu. İran’da devrim çalkantısının petrol ihracatını etkilemesi ve başka sebeplerle 1979’da ikinci petrol fiyat artışı oldu.
Ancak Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliğinin tedricen siyasî ve sosyal çözülme süreci, ilaveten Çin’de kapitalizme yönelme siyaseti dünya emekçilerini önemli bir manevî dayanaktan mahrum ederek eşitlikçi toplum idealine güveni sarsmaya başladı. Kapitalizmin merkez ülkelerinde burjuva sınıfları sosyal devlette cisimleşen emekçi haklarını gasp etmeye yönelik topyekûn bir mücadele başlattı. Çevre ülkelerinin burjuvaları da merkez ülkelerininkiler ile ittifak ederek, ekonomide kendine yeterliğe yönelen ve sosyal boyutu olan millî kalkınma stratejilerinden peyderpey vazgeçti.
1979’da Özal müsteşar olduğunda Türkiye emekçileri 1976’dan beri artan dış borç yükünün, döviz darboğazının, enflasyonun etkilerine maruz kalmıştı. Geçimini kurtarmak için mücadele etmekte idi. Rejim buhranı başlamıştı. Başbakan Demirel’in Özal’ı müsteşar olarak görevlendirmesi Türkiye burjuva sınıfının Washington’da değişen havaya Türkiye’nin uyacağına dair gönderdiği bir işaret idi. Kapitalist âlem de Türkiye’yi İran’ı kaybettiği gibi kaybetmek istemiyordu.
Turgut Özal İstanbul Teknik Üniversitesi mezunu olup çeşitli kamu görevlerinde ve özel sektörde, 1971-1973’te Dünya Bankasında çalışmıştı. Özal Sabancı sermaye grubunun koordinatörlüğünü ve madenî eşya sanayicileri sendikasının başkanlığını yapmıştı. 1979’da Başbakan Demirel kendisini müsteşarlığa getirdi. Özal 1980’de 24 Ocak Kararları diye anılan iktisadî tedbirleri ilân etti. Bunları uygulamak için parlamenter demokrasiyi askıya almak gerekmekte idi. 12 Eylül darbesi olunca Özal hizmetini cuntaya sundu, ekonomiden sorumlu başbakan yardımcısı oldu. Türkiye’nin dış borçları cömert bir şekilde yeniden vadelendirildi, yeni krediler verildi.
Özal 1983’te kurduğu Anavatan Partisinin seçim kazanmasıyla başbakan oldu. 1989’da cumhurbaşkanı seçilip bu makamda iken 1993’te vefat etti.
Özal’ın ekonomiyi yönettiği yıllarda işçilerin grev hakkı bir süre gasp edildi; sendika önderleri işkence gördü ve hapsedildi; KİT’leri özelleştirme hazırlıkları yapıldı; kamu personel rejiminde kadrolu memuriyet yerine giderek sözleşmeli görevlendirme ikame edildi. 1984’te Hazine sermaye piyasalarından ihale ile borçlanmaya başladı. Devletin böyle disiplinsiz denetimsiz ve fahiş faiz hadlerinden borçlanması gelecek nesillerin başına belâ olacak kamu borç birikmesine yol açtı. Özal hükûmetleri bütçe dışı fonlar kurarak kamu gelirlerinin üçte birini meclis denetiminden çıkardı. Özal hükûmetleri ithalatı serbestleştirerek malların, ve 1989’da tam konvertibiliteye geçerek sermayenin Türkiye sınırlarından serbestçe girip çıkmasına izin verdi. İhracata dayalı büyüme stratejisi çerçevesinde işçi ücretlerini yabancı şirketlerden fason üretim siparişi kapma yarışının baskısı altına soktu.
Konvertibilite, yani isteyenin döviz alması, satması, dışarıya veya dışarıdan transfer etme serbestisi yabancı finans kurumlarının topluca Türkiye’de kurumlara borç verdiği, sonra da borçlarını topluca tahsil edip dışarıya transfer ettiği bir sermaye gelgitine zemin açtı. Özal öldükten sonra 1994’te bu sermaye giriş çıkışları Türkiye’de ilk defa bir döviz buhranına sebep oldu. 2000’de uygulanan istikrar programı esnasında aynı tarz sermaye hareketleri ikinci defa döviz buhranına sebebiyet verdi. Bu ikinci buhranda emekçiler tepki gösterir gibi oldu. DSP-ANAP-MHP koalisyonu Dünya Bankasından Kemal Derviş’i ekonomiyi idare etmek ve dışardan destek sağlamak üzere davet etti.
Kemal Derviş üniversite lisans tahsilini İngiltere’de ve doktorasını ABD’de yaptı; 1973-76’da ODTÜ’de öğretim üyesi iken Bülent Ecevit’e de danışmanlık yaptı. 1977’de Dünya Bankasında çalışmaya başladı. Bankada, sosyalist rejimlerin çöktüğü sırada Orta Avrupa’ya, bilahare Orta Doğu ve Kuzey Afrika’ya nezaret eden yüksek makamlarda bulundu. 2001 buhranında Ecevit hükûmetine bakan olarak katıldı. 2002 seçiminde CHP’den milletvekili seçildi. 2005’te Birleşmiş Milletler Kalkınma Programının başına getirilerek Birleşmiş Milletler örgütünde üçüncü en yüksek makamla taltif edildi.
2001’de Derviş’in görevlendirilmesiyle Türkiye hükûmeti IMF’den ve Dünya Bankasından 20 milyar dolarlık yeni kredi temin etti. Derviş başlattığı Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı ile Türk Telekom gibi büyük işletmeleri özelleştirdi, şeker ve tütün piyasalarını kurulların denetimine teslim etti, kamu yatırımlarını azalttı, büyük faiz dışı bütçe fazlası gerçekleştirdi.

Bankadan takviye
Karaosmanoğlu’nun, Özal’ın ve Derviş’in Türkiye tarihinde oynadığı roller büyük ölçüde dünyada sınıf mücadelesinde Dünya Bankasının ve Uluslararası Para Fonunun işlevi ile bağlantılıdır. 1980lerden önce Dünya Bankası çevre ülkelerine proje ve program kredisi verirken bu ülke devletlerinin iktisat politikasına ilişkin şartlar koşsa dahi, çok etkili olamamakta idi.[1] Bu sebeple Karaosmanoğlu 1971’de Erim tarafından bakanlığa davet edildiğinde Dünya Bankasındaki konumu Türkiye kamuoyuna yönelik kendisinin iyi iktisatçı olduğuna kanıt idi.
Buna mukabil Özal müsteşar olduğu tarihte Dünya Bankasının dünyadaki işlevi daha etkili hâle gelmişti. Banka 1970lerde kredi verdiği ülkelerin bütün iktisadî ve sosyal politikalarına ve kalkınma stratejilerine müdahalelerinde etkili olmaya başlamıştı. Özal’ın Dünya Bankasında nispeten kısa süre çalışmasına karşılık, sicilinde Sabancı gibi büyük bir sermaye grubunda ve MESS gibi bir sermayedar örgütünde çalışmışlığı da vardı. Demirel’in, ardından cuntanın Özal’ı ekonomiyi yönetecek kilit mevkilerde görevlendirmesi, Türkiye burjuva sınıfının Washington’da kapitalist dünya sisteminin en merkezî kurumlarına verdiği bir işaretti. Türkiye’nin dış borç ödeme yükünün azaltılmasında Özal’ın atanmasının rol oynadığı tahmin edilebilir. Dünya Bankası Türkiye’nin başarılı yapısal uyum reformlarını cümle âleme örnek göstermek istemekte idi (Toussaint 2006).
Derviş göreve geldiğinde Türkiye yirmi küsur yıl yapısal reform sürecinden geçmişti. Özel sektöre ait sermaye hareketlerinin yol açtığı dış ödemeler buhranına düşen ülkelere bu dönemde Dünya Bankası değil, IMF kredi vererek müdahale etmekte idi. Derviş de TC Hükûmeti ile IMF arasında aracılık etti.
Karaosmanoğlu, Özal ve Derviş sorumlu mevkilere getirildiğinde bunların siyasî parti mensubiyeti olmaması, dolayısıyla bunların siyaset dışı görünümü kendilerine, böylece katıldıkları hükûmetlere güven sağladı. Karaosmanoğlu’nun 1961’de DPT’den ilke uğruna istifa edenlerden olması, bazılarına göre solcu görüşleriyle tanınmış olması kendisine ayrıca itibar sağlamakta idi (solcu görüşlü tanındığı konusunda Boratav 2007). Derviş atanırken de önceleri Ecevit’e danışmanlık yapmışlığı solcu olduğu intibaını uyandırmaya yaradı.
Oysa ki Dünya Bankasında görev yapanlar siyaset dışı değildir. Bilâkis, Dünya Bankasında çalışan kişi dünya çapında bölüşümün yönetimine Türkiye’de hiçbir siyasî makamın ulaşamayacağı bir kudretle katılmaktadır. Dünya Bankası dünya ekonomisini, başta Amerika Birleşik Devletlerinin egemenleri olmak üzere, mülk sahibi sınıfların menfaatleri doğrultusunda düzenleyen en üst kurumlardan biridir. Banka, kredilerini devletleri hizaya getirmek siyasî manivelâ olarak kullanmaktadır (Hudson 1972: 91-128).
Bankada çalışanlar burjuva sınıflara yaptıkları hizmet karşılığında muazzam maaşlar almaktadır. Bu hizmette bir görev de, buhran zamanlarında ülkelerine dönüp hükûmette bankanın politikalarını bizzat uygulamak olmaktadır. Ancak Dünya Bankasında çalışanlardan, sisteme kökten cephe almasa da, kurumda bir süre çalışıp neye hizmet ettiğini gördükten sonra politikalarını alenen teşhir edip eleştiren Robert Wade ve Joseph Stiglitz gibi ehl-i namus insanlar da çıkmaktadır.

Kaynakça
Boratav, Korkut. 2007. The class content pf the September 12 Regime in Turkey. www.sendika.org/english/yazi.php?yazi_no=13255 (27.5.2008).
Hudson, Michael. 1972. Superimperialism: The Economic Strategy of American Empire. New York: Holt, Winehart and Winston.
der Spiegel. 1954. Nur Allah weiß Bescheid. 15/1954 sayısı. http://wissen.spiegel.de/wissen/dokumant/dokument/dokument.html?id=28955721&top=SPIEGEL (2.6.2008).
Toussaint, Eric. 2006. The World Bank’s support of dictatorship in Turkey. 30 October 2006. http://www.cadtm.org/impri
[1] Örneğin 1952’de Demokrat Parti hükûmeti, Dünya Bankası yetkililerinin DP’nin iktisat politikalarını eleştirmesi üzerine Ankara’daki banka temsilcisini maiyetiyle beraber ülkeyi terk etmeye mecbur etmişti (Der Spiegel 1954: 24).


doğudan, sayı 6 (Temmuz-Ağustos 2008)

(KİTAP TANITIMI) Okay Bensoy- Norman P. Barry'de Yeni Sağ Savunusu


“Devletin refah konusundaki rolüne şüpheyle yaklaşıyorum. Devletçi refah, maliyetlerin sürekli artmasına yol açmış, bunun büyümeye uzun vadede olumsuz etkisi olmuştur. Refah teorisyenleri ahlaki tehlike problemini asla çözememiş, fakirlerin durumunu iyileştirmeye yönelik çabaları fakir sayısını artırmıştır. Çok miktardaki refah avantajı, çalışmadan cayma eğilimini artırmıştır.”

Barry, Modern Siyaset Teorisi, “Türkçe Baskıya Önsöz”.




Giriş

Yeni-Sağ ve liberalizm konularında uzman Norman P. Barry’nin İngiltere, Avustralya ve ABD’de 1987’de; Türkiye’de ise 1989’da yayımlanan bu çalışması, 1945-1975 dönemi ‘uzlaşı’ya dayalı sosyal refah devletinin çözülme sürecini, Yeni-Sağ ideolojinin temel dayanak noktalarını, bu ideolojinin hegemon hale gelmesini sağlayan temel yapısal dönüşümleri ve ‘uzlaşı’ döneminin çöküşüne klasik liberalizmin yanıtlarını ayrıntılarıyla inceliyor. Yazar, Yeni-Sağ harekete sosyal refah devleti deneyimine (uzlaşı) bir karşıtlık içererek kendisini kurduğu için “uzlaşı karşıtı siyasal düşünce” adını vermekte ve bu hareketin yeni, özgün bir açılım olmaktan ziyade uzlaşı deneyiminin eleştirisi olduğunu ve sosyalizm karşıtlığı üzerinden yükseldiğini belirtmektedir. Metinde sosyal demokrasi-liberalizm zıtlığı, muhafazakârlık-liberalizm ayrımı genel hatlarıyla ortaya konduktan sonra İngiltere, Amerika ve Almanya deneyimleri aktarılarak 1975 sonrası süreçte Yeni-Sağ literatürün kendisinden önceki uzlaşı dönemine yönelik eleştirileri analiz edilmiştir.

Çevirinin Siyasal Yönü

Eserin içeriğine geçmeden önce çevirisine değinmek isterim. Çeviri geleneğinin görece eşzamanlı olmadığı, Yeni-Sağ konulu akademik çalışmaların sınırlı sayılabileceği 80’ler Türkiyesi’nde Yeni Sağ kitabının bu kadar kısa bir süre içinde çevrilip yayımlanması ne ifade edebilir? Yeni-Sağ yaklaşımların dünyadaki benzerlerinin gösterilmesi ve “alternatifi olmayan”[1] süreç olarak kendisini kodlayan bu eğilimin daha iyi anlaşılabilmesi için sanırım kitabın çeviri tarihini anımsatmakta yarar var. Eser, özgün dilinden iki sene sonra Türkçeye çevrilmiş. Bir sene de çeviri üzerine çalışılmış, uzmanlara ilgili bölümler okutularak görüş alınmış. Özal Türkiyesi’nde liberalizmin farklı bir yüzünü oluşturan, ülkenin pek de alışık olmadığı bir sağ anlayışla dünyaya açılmayı öngören, piyasa serbestliğini yerel kültür ve yerel yönetimlerle ulamaya çalışan Yeni-Sağ’ın o dönem için ciddi bir teorik arka plan sıkıntısı yaşadığı söylenebilirdi. Yeni ekonomi politikasının özellikle 70’lerin ortalarından itibaren diğer ülkeleri sarması, Özal’ın da bu kuşağın önemli temsilcilerinden biri olması kayda değer. Özal ve ekibinin yeni kamu politikaları açısından üzerinde durduğu reformların artık ‘evrensel bir kural’ olduğu düşüncesini tekrarlaması ve Yeni-Sağ’ın küresel piyasa idealini işaretlemesi bakımından bu çalışmanın vakit kaybedilmeden çevrilmesini ‘anlamlı’ buluyorum. Çeviri faaliyetinin kendi dönemine göre bu kadar kısa sürede tamamlanmasında ideolojik bir işlev seziyorum.

Cevdet Aykan’ın çeviriye önsözünde bu dert, liberalizme özgü temel kavramların gelişigüzel kullanılmasını engellemek ve yeni şartların ne olduğunu gösterebilmek biçiminde özetleniyor. Ona göre, Türkiye’de siyasetin çehresini çizen “hizmet götürme” zihniyeti, demokratik tartışma ortamını ötelemiş ve karar alma-uygulama odaklı anlayış bürokrasiyi büyütürken, demokratik siyasal tartışmayı gölgelemiştir. Bu tartışmayı güncel kavramlar eşliğinde tartışmayı öneren çevirmenin metinde anmadığı Özalcı Yeni-Sağ pragmatizme yaklaşımını merak ediyorum. Hizmet üretirken siyasal tartışmaya kapalı kanallar oluşturan devletçi anlayışın eleştirilmesi elbette önemli. Ne var ki, Yeni-Sağ politika paketlerinin tartışılamadan bir çırpıda uygulamaya geçirildiği ve bunların birçoğunun ülke farkı gözetilmeksizin birbirlerini tekrarladığı düşünülürse, acaba bu siyasal tartışma’ma’ kültürü sadece devletçi anlayışa özgülenebilir mi? Yeni-Sağ rejimlerin özellikle Sovyet sonrası yönetimlerdeki uygulamaları göz önüne alındığında, bu politikaların hızla yaşama geçirilmesi ve alternatifsiz istikrar paketleri olarak algılatılması, aslında kamuoyunda tartışmaya açılmamasına mı bağlıydı? Bu siyasal tartışma’ma’ kültürü, devletçi anlayışı başka bir biçimde yeniden üretmedi mi? “Dünya düzeni”nin “dünya gerçekleri” diye bize “karşı çıkılamaz kural” olarak sundukları, bizatihi otoriter bir eğilimi tekrarlamadı mı? Öyle görünüyor ki Yeni-Sağ, gücünü söylemsel olarak refah devleti dönemine ait tartışma kültürünün eksikliğine bağladı; ancak “zorunluluk, alternatifsizlik, tüm dünyanın kabulü” gibi düşüncelerle mutlaklaştırdığı, sorgulanamaz addettiği yapısal süreçleri tartışma alanına sokmadığı oranda da kendi pratiklerini rahatça inşa etti. Halbuki asıl tartışılması gerekenin bu politika paketleri olduğu anlaşıldı, aksi yeni bir biçimsel demokrasiye işaret ediyordu. Bugün Yeni-Sağ’ın altını oyan sosyal ve ekonomik politikaları, tam da o dönemin sorgulanamazlığında, yapısal olan’ın dokunulmazlığında saklı değil mi?


Uzlaşı’nın Çöküşü

1945-1975 aralığını Avrupa’da -Batı Almanya dışında- entelektüel bir istikrar dönemi olarak saptayan Barry, sosyal demokrat ve muhafazakâr bir uzlaşının devlet politikalarına yön vermesinden bahseder. Her iki ideolojinin hedeflerine hangi yöntemlerle ulaşacakları saklı kalmak kaydıyla, siyasal sistemin meşru kanallarını kullanma anlamında bir ortaklıktan söz eder. Klasik liberal ve Marksist cephelerin zıtlaşması ise devlet politikaları ile kamuoyu gündeminde fazla yer tutmadığı için ikincil sayılır. Piyasa ekonomisinin düzenlenmesine yönelik görüş temele oturur; kitlesel işsizliğe ve eksik talebe, enerji, haberleşme ve ulaşımdaki piyasa keyfiliğine karşı devletin aktifliği kabul edilir, bireylerin piyasa ekonomisinin tökezlemelerinden korunması amaçlanır. Bu açıdan uzlaşı, arzu edilen sosyal sonuçlar için gelirin sadece piyasa güçlerince belirlenmemesi kuralını içeren sosyal adalet kavramına odaklanır.[2] Uzlaşı döneminin sosyal felsefesi, sosyal refahı bir adalet talebi olarak göstermekti.[3] Bu açıdan liberallerin devletin birey üzerindeki tasarrufunu eleştirdiği bir alt dal olarak adalet kavramı, uzlaşı döneminde bireye ait değer olmanın ötesine taşındı, toplumla birlikte düşünüldü. Kamu harcamaları da adaletin görece gerçekleştirilmesine dönük yapılandırıldı.

Ne var ki bu adalet’in üretim ilişkileri açısından irdelemesinde suskunluk hâkimdi. Barry, sistemin genel geçer kabullerini sorgulamayan fakat rayından çıkmış bir yapılanmayı sosyal devlet ve kalkınma ikilisi aracılığıyla yerine oturtmaya çalışan bu entelektüel girişimi “paradigmatik” bir durum sayar: Üzerinde yükseldiği yapının temelini dinamitlemeyecek ölçüde ara çözümler getiren ve ortaya koyduğu sorunsalın sınırları içinde kalan bir ‘sözde bilimsel’ sorgulama faaliyeti…[4] Bu bağlamda devletin sosyal politika araçlarının neler olacağına yönelik akademik yazın genişledi, ancak çalışmalar belli bir hizmetin devlet mi, özel sektör tarafından mı yapılacağı tartışmasına girilmeden, karma ekonomiye dayalı çözüm hedeflenerek hazırlandı.[5] Barry’ye göre, uzlaşı kurallarının baştan veri sayıldığı ve alanın temel eleştirisinin gölgelendiği bir ortamda meşruiyet tartışmalarının tüm bu yazını yatay kesebilecek müdahalesi görmezden gelindi, yerine “kural-karar-çözüm” merkezli bir tür yeni pozitivizm[6] belirdi: “Kural ve şartlar belli, karar alınmıştır, çözüm buna göre olmalı, konu kapanmıştır.” Marksist ve klasik liberal kuramın devletin temeline inen eleştirisi, bu kuralların dışında konuştukları gerekçesiyle itibardan düşürülebilmiştir. Devletin kökenine yönelik kavrayışlardansa, hizmet güdümlü bir sosyal proje olarak kamunun işlevsel yönü önemsenmiştir. Uzlaşı dönemi, bu açıdan bakıldığında bütünlüklü bir teorik açılımdan ziyade klasik liberal ekonomiye karşı getirilen eleştirinin Keynes’te, Galbraith’te ve sonra Rawls’ta somutlaşan halidir: “Teorik amaç, tekelleri yasaklayan kanunda ve bürokrasi tarafından endüstrinin yaygın biçimde düzenlenmesi şeklinde politikada ifadesini buldu. Eğer hayat insanların piyasanın gerçek tecrübelerini yaşamalarını engelliyorsa, bu insanlar politik otoritenin müşfik elleriyle aşırılıkları giderilmiş ve düzenlenmiş bir karma ekonomi içinde, kendi adlarına yapılan rekabeti yaşayabilirlerdi.”[7]

Devletin büyümesi ile karar alma mekanizmalarında siyasetin mi idarenin mi daha başat konuma geleceği tezi sosyal demokrat-muhafazakâr uzlaşının iç gerilimlerinden birini oluşturdu. 1945-1975 döneminde muhafazakârlar piyasa ekonomisinin bireyci yanının toplumun uyumunu bozan niteliğine eleştiri getirmeye devam etti, ancak devletin sosyal düzeni sağlamanın ötesine geçerek sosyal adaleti de kurmasını tehlikeli saydılar. Zira devletin politika alanında bir düzenleyici güç olarak belirmesi, ona sızmayı amaç edinen politik baskı gruplarının (piyasadaki ücret dengesini bozarak istenmeyen işsizlik yaratan sendika ve rekabetten korunarak tekel kuran işletmeler) devletin tarafsızlığını kemirmesine imkân sağlayabilecekti.[8] Politikada bir öğe olma hali, devletin sosyal düzen sağlayan tarafsız vasfını sakatlayabilirdi. Bu da seçilmiş siyasetçiyle atanmış devlet görevlisi arasında yaşanacak yetki bunalımının düzeni kuran anayasal normların işlerliğini bozabileceği biçiminde yorumlandı. Sosyal devletin düzenlenmiş eşitlik ve adalet idealinin dışında birey tercihlerini de planlama dâhiline alması, birey tercihlerine kutsallık atfeden yeni-liberallerce eleştiri konusu yapıldı. Bireyin tüketim alışkanlıklarını ve yatırım tercihlerini uzun vadede belirleyemeyeceklerini öngören uzlaşı dönemi, tüketim ve yatırım süreçlerini piyasadaki arz etkenlerinden mümkün olduğunca uzak tutmayı hedefledi.[9] Yine muhafazakârlar, devletin sosyal yardımlarının kimilerini iyice tembelliğe sürüklediği iddiasıyla, toplumsal çalışma uyumunun bozulduğunu savundular. Uzlaşı döneminin adaleti önemseyen anlayışına muhafazakârlar belki tümüyle karşı çıkmadı, ancak sosyal adaletin sosyal politikanın aracı olmasını tasvip etmediler. Piyasa şartlarında beliren bir ücret ve sosyal yardımlaşma ilkesini liberaller gibi savunmadılar, ancak eşit yetenekte olmayanların devlet tarafından görece eşit hale getirilmesini doğada varolan ‘temel eşitsizliği’ bozduğu, bunun da toplumun organik uyumu için gereken hiyerarşiye zarar verdiği gerekçesiyle reddettiler.[10] Klasik liberaller ise alt sınıfların kişilerin iradeleri dışında gerçekleşen bir durumdan akıllanarak işsizlik sigortası ödemesi aldıklarını, bu uygulamanın da iş aramayı gereksiz kıldığını söyleyerek uzlaşı rejimine karşı çıktılar. Uzlaşı rejimi, ekonomideki talep kontrolünün enflasyona yol açmasıyla sarsıldı, enflasyonla fazla istihdam arasında tercih yapabileceğini düşünen hükümet sistemi çöktü[11], bütçede hesapladığından daha fazla açık vermeye başladı ve sosyal düzenlemeleri ‘ciddi’ sosyal güvenlik açıklarına yol açtı. Barry’ye göre uzlaşı döneminin temel taşları artık yerinden oynamış ve yapısal anlamda bir alternatif politikanın yolu açılmıştı.[12]

Bir Alternatif Olarak Liberal Ekonomi

Barry, yeni liberal ekonomi modelinin ana hatlarına liberal sözcüğündeki değişimi anlatarak giriş yapıyor. Klasik liberallerin devlete bakışıyla çağdaş-yeni liberaller arasında bir farklılık seziyor. Klasikler kaynak ve gelir dağılımda devlete mümkün olduğunca görev yüklemezken, yeni liberaller piyasayı dengeleyici özellikleri nedeniyle devlete başvurmaktadır. Devletin makro iktisadi düzenlemelerinin piyasayı ayakta tutacağına inanarak klasik liberal çizgiden ayrılırlar. Klasiklerle kurdukları ortak nokta, devletin ekonomideki rolünün bireysel özgürlüklere getireceği olası engeller ve tercihlerde piyasadan kaynaklanmayan etkenlerdir.[13] Bu, uzlaşı döneminde gerek muhafazakârların bir bölümü gerekse klasik liberaller tarafından arka sıralardan duyurulan bir tepkinin yeniden dillendirilmesidir. Barry’nin liberalizmi herhangi bir partiye bağlı olmayan ve Kıta Avrupası’nda liberal, ABD’de sosyal demokrat olarak tanımlanabilecek bir ideolojiye sahip bireyleri kapsamaktadır. Barry’nin yeni-liberalleri sağda konumlamama nedenleri; sağın geleneksel olarak rasyonalizm karşıtı bir muhafazakâr arka plana yaslanmasına, piyasa ve kişi özgürlüğü konularını bireyden çok cemaat merkezinden hareketle açıklamasına, devlete kutsiyete dayalı bir mistik aidiyet yüklemesi ve radikal değişimlere tavır almasına karşın liberallerin bu tanıma göre kendilerini sola yakın hissetmesidir. Yeni-liberallerin bu tip bir muhafazakârlığın dışında uzlaşı rejimine getirdikleri eleştirilerin ahlak temelli değil, devletin ekonomi politikasına yönelik olduğunu düşünen Barry, Friedman, Becker ve Stigler özelinde yeni liberal ekonominin pozitivist yanını Chicago Okulu ve insan davranışının evrensel-doğal özelliklerinden hareketle kuramını oluşturan Avusturya Okulu yoluyla belirler. Bu yönden uzlaşı döneminin kamu sektörü algısını mercek altına alır. Kamu görevlilerinin seçimi ve atanmasında gözetilen kuralların, görevliyi baştan iyi niyetli saydığına yönelik eleştirisini, kamu sektöründeki hantallaşma ve verimsizliğe dek götürür.[14] Devletin bu yönden küçültülmesi ve tarafsızlığının sağlanması bir klasik çözüm olarak kenarda beklerken, yeni-liberallerin çözümün bir diğer yönünü klasiklerin aksine devletin içinde anayasallık üzerinden aramaları ve yetki aşımlarını yasal düzenlemelerle önlemeleri kayda değer özellik olarak sunulur. Hukuk ile yönetimlerin sınırlanması arasında direkt bir ilişkiden bahseden yazar, liberal iktisadın piyasa ilkelerinin tercihler üzerinden zamanla oluşan ön kabulüne paralel biçimde yönetimlerin sıralanmasının da yukarıdan ani bir yönlendirmeyle değil, hukuk kurallarının olaylar içinden tedricen, içtihatlarla gelişmesiyle oluşabileceğini savundular. Kişiler arası olaylardan kaynağını alan bu içtihatlar, tıpkı piyasadaki gibi burjuva birey merkezli bir hukuku kurabilirdi.[15] Parlamentoların bu içtihadın üzerinden yasa geliştirmesi savunuldu. Aksi halde politik bir üst örgütlenme olan meclisler, piyasanın işleyişine müdahale ederek istihdam ve enflasyonu etkileyen hükümetler gibi, doğallığın devamı gibi görülen bireyler arası işleyişi bozabilirdi. Barry, kamu malı olarak kabul edilen ve piyasanın kendiliğinden üretemeyeceğine inanılan malların devletçe üretilmesi sürecinde 1945 sonrası bir patlama olduğunu hatırlatır. Ancak bu bilgi, savaş koşullarında devletin iktisadi ve askeri anlamda büyümesi, genel refah düzeyinin düşmesi sonucu devletin rolünün artması üzerinden okunmaz. Tersine, yetersiz anayasal mekanizmalar yoluyla, yerleşik liberal kamu malı teorisinin onaylamayacağı biçimde bu görevleri devletin yüklenmesinden kaynaklanmıştır.[16] Refah devleti, eğitim hizmetinden yararlanan bireyleri ve aileleri değil, toplumsal faydayı görme eğilimindedir. Yeni liberaller, 1945-1970 dönemindeki devletin bu ucu açık büyümesini sınırlama gayretiyle “dışlama etkisi, bedavacılık, piyasanın üretebileceği mal ve hizmetler” konularına eğilmeye başlamışlardır. Bu yolla eskiden devletsiz işlemeyeceği düşünülen temel alanları önce piyasadan hizmet satın alma, piyasaya kamu hizmetini gördürme, özerk kurullar oluşturma sonra da piyasaya tamamen terk etme (özelleştirme, yap-işlet-devret vb.) üzerinden kendine çekmeye, müşterek kamu malının atıl olarak kabul edilen yanlarını işletmeci bir bakışla kâr odaklılığa dönüştürmeye çalışmaktadırlar.

Uzlaşı Karşıtı (Yeni-Sağ) Düşüncenin Savunusu

Uzlaşı karşıtı düşüncenin toplum algısı sosyal refah devleti (uzlaşı dönemi) eleştirisinde kendisini gösterir. Toplumun yalnız bırakıldığında rasyonel ve düzenlenmiş uzun süreçli kararlar alamayacağını düşünen planlı kalkınma dönemi, bu düşünce tarafından her olgunun sosyal kabul edildiği yönünde eleştirilir.[17] Suçun değeri bir liberal tarafından bireysel görülürken, bir muhafazakâr tarafından geleneksel içtihat ve topluluk içi değerler daha ön plana çıkarılır. Devletin kurumları ve yasal düzenlemeleri yoluyla suçun ıslahına gitmesi iki görüş açısından da yanlışlanır.

Ayrıca politika’nın uzlaşı dönemindeki değeri hem muhafazakâr hem de liberallerin hedef noktasındadır. Politikanın her türlü piyasa sürecinde başat role oturtulması ve sosyal olguların politikanın bir türevi haline gelmesi, liberaller açısından kendi kendine işleyen bir piyasa ekonomisini durağanlaştıracaktır.[18] Karar verme süreçlerinde baskı gruplarına tanınan öncelikler, politik içeriğin ekonomik ve toplumsal düzene engel olması sonucunu doğurmuştur.

Anayasallık tartışması da uzlaşma karşıtı düşüncenin temel dayanak noktalarındandır. Özellikle Yeni-Sağ akımın devletin sınırlandırılması konusunda başvurduğu anayasa normları, demokrasi tartışmalarına paralel gider. Uzlaşı karşıtı düşünürler, demokrasinin basit çoğunluk kuralını eleştirirler ve yurttaş iradesini öne çıkararak yeni uzlaşının belli baskı grupları ve politik önderlerden çok yurttaş inisiyatifine dayandırılmasını savunurlar.[19]

Yeni-Sağ akımın içinde barındırdığı muhafazakârlık ve liberalizm birbiriyle uzlaşamaz siyasal düşünceler barındırsa da klasik liberalizmin evrimiyle şekillenen yeni liberal ilkelerle yeni muhafazakârlık, özellikle refah devleti eleştirisinde belli noktalarda uzlaşabilmektedir. Burada küresel sermayenin yönlendiriciliği ve söylem düzeyinde devletin sosyal olguyu düzenleme uğraşısına son verilme istenci, atanmışlara karşı seçilmişlerin önemsenmesi ve kurumsal uzlaşının yurttaş katılımından daha sonra gelmesi Yeni-Sağ akımın temel bileşenlerini oluşturacaktır.[20] Barry’nin izini sürersek, liberal ve muhafazakâr kanatların klasik ayrımlarını unutmadan onların sanıldığından daha fazla birbirleriyle ilişki içinde olabilecekleri söylenebilir.

[1] TINA-There Is No Alternative!
[2] Yeni Sağ, s. 2
[3] age., s. 94.
[4] age., s. 5.
[5] age., s. 20.
[6] age., s. 6.
[7] age., ss. 13, 20.
[8] age., ss. 11, 45, 46.
[9] age., s. 61.
[10] age., s. 101-102.
[11] age., s. 50.
[12] age., s. 25.
[13] age., ss. 27, 49.
[14] age., s. 31.
[15] age., s. 69.
[16] age., s. 76.
[17] age., s. 222.
[18] age., s. 224.
[19] age., s. 226.
[20] age., s. 230.


doğudan, sayı 6 (Temmuz-Ağustos2008)