Saturday, June 28, 2008

Khalid Zighari ile Söyleşi- Yıldız Ramazanoğlu














Gerçeği Yakalayıp Zamanı Durdurmak


Khalid Zighari ile Temmuz ayında Sefer Turan’ın yardımıyla ve desteğiyle Kudüs’te tanıştım. Bir akşam bizi Mescid-i Aksa’dan aldı ve ailesini ziyarete gittik. Bilgisayar mühendisi eşinin misafirperverliğinin eşlik ettiği sıcak ortamda Arapça İngilizce karışık bir sohbet gerçekleştirdik. Kayıt cihazım olmadığından söyleşiyi internet üzerinden yapmaya karar verdik. Geceyi Ramallah’a geçip Yaser Arafat’ın karargâhını ziyaret ederek değerlendirdik. İngilizce hazırladığım sorulara Arapça cevaplar gelince de tercüme işini CNN Türk dış haberler servisinden değerli arkadaşımız Furkan torlak üstlendi. Sefer Turan’a ve Furkan Torlak’a teşekkür ederim.


Bütün dünyada Kudüs fotoğrafçısı olarak tanınıyorsunuz. Bu bölgede yaşanan acı tatlı herşeyi fotoğrafladınız. Birçok olaya tanıklık ettiniz. Sizin gözünüzden Filistin’de yaşananlar tam olarak nasıl tanımlanabilir, burada neler oluyor?



Gün geçtikçe acıların arttığını, tekrarlandığını ve genişlediğini görüyorum. Filistinliler aşağılanıyor; küçük düşürülüyor; toprakları çalınıyor; özgürlük, yaşam, ibadet, sağlık, eğitim ve ulaşım hakkı ellerinden alınıyor. Böylesine bir beyin yıkama ve bir milleti yok etme çabalarına insanlık bir başka dönemde şahit olmamıştır.

Bugün için Filistin’de, özellikle de Kudüs’te eş yani hayat ortağı seçme hakkı bile, sevmek de dâhil özel bir konu değil! Bilakis devlet güvenliğini ilgilendiren bir mesele! Devlet, kimliğini onaylamak gerektiğini ileri sürerek sizin eşinizin kim olacağına da karar veriyor.

Nasıl bir müdahale bu?! Ramallah’tan bir kız sevmenin zorluklarından sözetmiştiniz önceki sohbetimizde. Bunu biraz açar mısınız?Buradaki mevcut statünüz nedir? Nasıl bir bedel ödüyorsunuz bu aşk için?


Eğer kadın Filistin kimliği taşıyorsa ve eşi olarak da siz İsrail kimliği taşıyorsanız, Kudüs’te yaşamanız ve onun size eş olması çok zor. Yani onunla Kudüs’te bir evde yaşayamazsınız. 67 yılında işgal edilmiş Filistin kentlerinde de yaşayamazsınız. Böylece aile parçalanır. Siz ve çocuklarınız Kudüs’te kalırsınız ve İsrail kimliği taşırsınız; eşinizse 67 yılında işgal edilen Batı Şeria kentlerine sürülerek uzaklaştırılır.

Tabi hükümet ve iç güvenlik kurumları eşinize İsrail kimliği verirse aynı evde yaşayabilirsiniz. Bunun dışında İsrail güvenlik birimlerinin onayını almadan sevmek zordur, acı vericidir.

Bu yalnızca bir örnek, sözü uzatmak istemiyorum. Birçok farklı sorunlarımız var. Özellikle de Kudüs kentinde… Yahudiler bu kenti on yıllardır Yahudileştirmeye çalışıyor ve gün geçtikçe de bu politikalarında başarılı oluyorlar. Kutsal toprakların halkını sıkıştırıyorlar. Böylece buradaki Filistinlileri Batı Şeria içlerine göç etmeye zorluyorlar. Amaçları Kudüs’ün sadece kendilerine kalması…


Mesleğinizi yazarak da yapabilirdiniz. Haberleri yazıyla da geçebilirdiniz. Fotoğraflamanın sizdeki karşılığı nedir? Nasıl yöneldiniz bu işe? Yazıyla fotoğrafı karşılaştırmanızı istesek ne söylersiniz?


Kaliteli ve ibret dolu bir resim, olayın kalbinde, hayatın tehlikeli olduğu bir anda ve iki savaşçının arasındaki ateş hattında yakalanır. Eğer iyice yakın değilseniz etkili ve ifade gücü yüksek bir fotoğrafı yakalayamazsınız. Bizde durum böyleyken bir de uzaktan fotoğraf çeken yahut gözleri silahtaki barutla kararmadan, kulakları kurşun sesleriyle sağır olmadan, gaza boğulmadan, sopalanmadan, aşağılanmadan, tutuklanmadan, vurulmadan yazan kimsenin halini düşünün!

Bir Çin atasözünde dendiği gibi “bir resim bin kelimeden değerlidir”. Resim tek başına yeterlidir ama kelimeler yeterli değildir. Resimde göz ve görme dili dışında herhangi bir dile ihtiyacınız olmaz. Resim daha çarpıcıdır; daha hızlıdır; daha dakiktir ve genellikle her şeyi ifade ettiği için kelimeden daha iyidir.

Büyük fotoğraf ustası Bresson fotoğraf çekmek, insanın aklını gözünü ve yüreğini aynı hizaya getirmesidir der, bir de zamanı belgelemek sanki.


Doğru. Filistin’de olaylar çok hızlı ve etkileyici biçimde gelişiyor. Basın organlarının olayları belgelemesi ve tüm boyutlarıyla yansıtabilmesi lazım. İşte bu noktada ben gerçeği yakalayıp zamanı durdurmaya çalışıyorum. Sıkıntı anında, zor bir anda, olayın şiddetle cereyan ettiği noktada düğmeye basıyorum ve zaman duruyor. Görüntü kameraya kaydoluyor.

Böylece olaylar tüm dünyaya olanca gücüyle, rengiyle ve soğukluğuyla yorumsuz biçimde yansıyor. Bu nedenle fotoğraf benim için daha değerli… Tabi sıkıntıları kelimelerle ifade edebilmek için çalışan tüm yazar ve muhabirlere saygı duyduğumu da belirtmek isterim.


Genelde Filistin halkının belleğine yüklenmek istenen bir görev var. Unut ve bağışla: belleğin ödevi. Siz tam tersine unutmayı engelleyen bir iş yapıyorsunuz, kayıt altına alıyorsunuz. Hatırlamak ve unutmak arasında nerede duruyorsunuz?




Kişisel olarak ben böyle bir şeyi asla unutamam ve asla affedemem. Bir başkasından bunu nasıl isteyebilirim. Biz hak sahibiyiz; onlarca yıldır zulüm görüyoruz. Nasıl unutup göç eder ve affedebiliriz. Bu nasıl olur?! Görevimin unutmak ve affetmek olduğuna kim karar verdi?!

Bu bir zulümdür. Bizden unutmamızı ve bağışlamamızı istiyorlar. Ne kadar zaman geçerse geçsin, hak sahibine hakkı verilmeden unutma ve affetme asla olmayacak. Hak dediğimiz şey zaman aşımına uğramaz. Biz bu hakkımızı koruyabilmek için çok fazla bedel ödedik.


Yakın arkadaşınız Dr. Riad Z. Abdelkarim’in Aralık 2000’de Washington Report’ ta yayınladığı bir yazısı okudum, sizinle konuşmadan. Ondan öğrendiğim kadarıyla en az yirmi kez yaralandınız saldırıya uğradınız. Ölümden döndünüz. Bunlar sizin için caydırıcı olmadı mı? Ölümle kuşatılmış olmayı bu kadar yakın hissetmek nasıl bir duygu? Bununla nasıl baş ediyorsunuz, tabii Filistin halkı da?


Evet, şu ana kadar 26 kez saldırıya uğradım. Bir kez kurşunla yaralandım. Bir kez üstüme gaz sıktılar. Dayak yedim. Foto muhabiri olarak çalıştığım için 1993 yılından beri defalarca tutuklandım. Bunlar garip şeyler değil. Ben hergün öldürülen, vurulan ve tutuklanan halkımın direnişinin fotoğrafını çekiyorum. Onlardan daha değerli biri değilim. Ben de onlardan biriyim.

Sadece işim gerçeği belgelemek ve tüm dünyaya olan biteni aktarmak. İşte işin tehlikeli yönü de bu. Zira katil suçunun belgelenmesini istemiyor. Cezalandırılmak istemiyor. Dünyanın gözünde barış sözcüsü olarak kalmak istiyor. Ve fotoğraflar bu noktada devreye giriyor ve onu rezil ediyor.

Fotoğraf hafızaya kazınır ve unutulmaz. Bu nedenle katil işgalci benim gerçeği belgelememi engellemeye çalışıyor. Beni dövüyor; tutukluyor; gazeteci kimliğime el koyuyor. Suçunu belgelememi engellemek için elinden geleni yapıyor.



Şimdi Reuters, BBC, CBS gibi kuruluşlara çalışıyorsunuz. Bu kurumlar size nasıl bir destek veriyor? Filistin meselesine bakışları nasıl, yolladığınız fotoğraflar haber dilinde nasıl bir yere yerleştiriliyor? Çalışmalarınızı değerlendirme biçimlerinden hoşnut musunuz?



Basın kuruluşları ellerinden geldiği kadar kendi muhabirlerini işgalin ateşinden korumaya çalışıyor. Ama işgalciler yabancı, Arap ve Filistinli gazeteci ayrımı yapıyorlar. Birinciye saygı gösteriyorlar; ikincisine ise Arap ve Filistinli olduğu için suçlu gibi davranıyorlar.

Yabancı kurumların bunda olumsuz bir rolü yok. Bilakis ciddi biçimde çalışıyor ve muhabirlerini korumak için uğraşıyorlar. Şunu da belirteyim; özellikle de Filistinli foto-muhabirler yabancı kuruluşlara nispeten dünyanın en iyi fotoğrafçılarıdır. Bunun nedeni de onların cesaretleri, birikimleri ve uzun yıllar içinde kazandıkları engin tecrübeleridir.

Önemli ödüller aldığınızı biliyoruz. Biraz bunlardan sözedebilir misiniz?



En önemli ödül 2000 dünya televizyon görüntüsü yarışmasıydı. Şaron’u 28.09.2000 tarihinde Mescid-i Aksa’nın içinde çektiğim için ilk üçteydim. O dönem Reuters ajansı için çalışıyordum. Son tura kaldığım için Londra’da düzenlenen bir törende ödüllendirildim. Bir de en güzel “Filistin’de Öğretim Özgürlüğü” fotoğrafımla ödül aldım.



Bu fotoğrafları çocuklarınızın görmesini istemediniz yıllarca. Hatta sanırım ilk kez bu söyleşi sırasında bizimle birlikte şahit oldular resimlere. Bu resimler nasıl etkiliyor çocukları… saklamak hayatınızı kolaylaştırıyor mu?


Bilmiyorum ama çocuklarımın çektiğim fotoğrafları görmesini istemedim. Çünkü bu resimler oldukça acı dolu ve katlanması zor… Dünyayı benim gözlerimle değil kendi gözleriyle görmelerini isterim. Böylece geleceğe dair ümitleri kalabilir. Masumca çocukluklarını yaşarlar.

Ancak şu ana kadar kendi gözleriyle şehit ve yaralılar gördüler; çatışmalara tanık oldular. Okulda üstlerine gaz sıkıldı. Resimlerdeki insanlar gibi onlar da çok sıkıntı çektiler. Onlara çocukluklarını yaşayabilmeleri için fırsat tanımaya çalıştım. Ama işgalciler onların kendilerinden erkence nefret etmelerini ve işgali kapkara gerçekliği içerisinde görmelerini tercih ettiler.





Dünyanın her yerinde yaşayabilirsiniz iyi bir muhabir olarak. Sizi Kudüs’e bağlayan nedir? Çünkü başka ülkelerde yaşayan Filistinliler de var sonuçta.



Ben de, babam da dedem de tüm ailem, Kudüs kentinde doğdu. Burası bizim toprağımız. Burası Mübarek Filistin… Sıkıntı, ulaşım ve özgürlük sorununa rağmen alternatifi yok. Bizim için onur burada yaşamak… Burası bizim toprağımız, yuvamız, yurdumuz… Özetle neden bu.

Ayrıca işgalciler ailemin Kudüs’teki 120 bin metrekarelik dağlık arazisine 1948’de el koydu. Şu ana kadar topraklarımıza bir gün döneriz ümidiyle yaşıyoruz. Biz olmasak bile evlatlarımız yahut onların evlatları topraklarımıza dönebilirler. Bugün ben, babam ve kardeşlerim, hepimiz kentimiz Kudüs’te yaşıyoruz. Ama evimizde değil; kiralık evlerde… Çünkü işgalciler toprağımıza el koydu; bize bir şey kalmadı…


Siz bir sanatçısınız. Yaptığınız iş bizi çarpıtılmış gerçekliğin çıplak hakikatiyle buluşturmaya çalışmak. Filistin halkı sanata çok yatkın, duyarlı ve ince bir halk. Nedir burada sanatçıların durumu? Daha çok yurt dışında mı yaşamayı tercih ediyorlar?

Açıkçası kendimi bir sanatçı olarak değerlendirmiyorum. Çünkü sanat genellikle güvenli ve sakin ortamda yapılır. Vurulma, kurşunlanma ve tutuklamaların bu kadar yaygın olmadığı yerlerde. Ama burada durum çok farklı! Biz burada gerçeğin tanığıyız. Şahsen başka bir yerde yaşamayı da istemem.

Benim ve arkadaşlarımın başarısının nedeni toprağımızı ve halkımızı tanımamızdır. Meydan bizim meydanımız; bu nedenle tüm yeteneğimizi sergiliyoruz. Çünkü halkımızla birlikte topraklarımızda yaşıyoruz. Onları tanıyoruz; onlar da yıllardır bizi tanıyorlar. Bu yüzden işimizi kolaylaştırıyor ve bize yardım ediyorlar.


Peki, işinizi yaparken, iş bağlantılarınızı kurarken, kendinizi tanıtmada, ifade etmede bir takım engellerle karşılaşıyor musunuz? Çalışmalarınızı kolay ulaştırabiliyor musunuz gerekli yerlere?

İsrail hükümeti, çalışmamı engellemek ve Filistin kentlerinde dolaşabilmemin önüne geçebilmek için basın kartımı aldı. Gazeteci olsak da, dünyanın en büyük ajansları için çalışsak da Filistinli olduğumuz için askerler bize çok kötü davranıyorlar. Olay yerine ulaşmamızı genellikle engellemeye çalışıyorlar.


Peki, Filistin topraklarında özgürce seyahat edebiliyor musunuz? Yakınlarınızla görüşmede bir engel var mı? Sizin statünüz nedir?

Bugün Kudüs kentinde yaşıyorum. Kudüs işgal altığında olduğu ve işgalin başkenti olduğu için İsrail kimliği taşıyorum. İsrail kimliği taşıyanlar kolaylıkla Kudüs ve 1948’de işgal edilen kentler arasında gezebiliyor. 1967’de işgal edilen kentler içinse özel izin gerekiyor. Sorun ailemin çoğunun Batı Şeria bölgesinde yaşıyor olması… Bazen onları göremiyorum.

Özellikle de eşimin ailesini görmesi engelleniyor. Eşimin anne-babası Batı Şeria’daki Eryaha kentinde yaşıyor ve eşim onları ziyaret edemiyor. Özellikle de Ramazan ayında, Ramazan ve Kurban bayramlarında… Çünkü arada ırkçı duvar var. Kudüs’le Batı Şeria arasında engeller, kontrol noktaları ve tel örgüler var. Ve insanın adını bile anmak istemediği başka şeyler var.



Buradaki durumu uluslararası literatürde kullanılan terimler yeterince açıklıyor. İşgal edilmiş topraklar, yerleşimci Yahudiler, Filistinli mülteciler. Buna rağmen evlerinden çıkarılmış Filistinlilerden terörist olarak sözetmek yaygın bir şey. Buna ne dersiniz? Bu kelime ne söylüyor size?

Eğer hak, toprak, özgürlük, onur, tarih, eserler ve daha nice şeylerin sahibi olanlar teröristse bu bizim için sorun değil. Bu, bizim için terörist denmemesi karşılığında hakkımızı ve toprağımızı vermemizden iyidir. Dünya ne derse desin; önemli olan topraklarımıza dönebilmemiz; ismimiz ne olursa haklarımıza kavuşabilmemiz.

Bu tür isimlendirmeler imajımızı dünya çapında zedelemek için… Uygarlık, insanlık ve adaletten bahseden dünyaya bir sorum var. Eğer biz Filistinliler teröristsek topraklarımızı çalan, Filistinlileri öldüren, ırzımıza göz diken, ağaçlarımızı yakan İsrailliler için hangi sıfatı kullanacaklar?! Bunların halkımıza yapmadığı bir kötülük kalmadı ki...

(Sayı 2 / Kasım Aralık 2007)

Friday, June 27, 2008

Sayı 5- Kapitalizm ve Emperyalizm (Mayıs-Haziran 2008)


Sayı Editörleri: İhsan Ercan Sadi ve Elif Uyar

Gündem
Temmuz Sıcakları Başlamadan- Mehmet Bekaroğlu
Arap Zirvesi ve Bölgede Son Durum- Nuray Mert

Dosya: Kapitalizm ve Emperyalizm
Emperyalizm ve Emperyalizm Karşıtlığı Üzerine- Fikret Başkaya
Devletin Sınıfsal İçeriği Bağlamında Türkiye’de Özgürlükçü Sol – Emperyalizm Karşıtı Sol Yarılmasını Yeniden Düşünmek- Pınar Bedirhanoğlu
Küreselleşmenin İmparatorluğu mu Emperyalizm mi?- Serkan Mercan
Osmanlı İmparatorluğu ve Kapitalizm: Emperyalizm, Çevreleşme ve Ötesi- E. Atilla Aytekin
Üniversite ve Emperyalizm- Necmettin Doğan
İyi Yönetişim: Kim İçin İyi?- Seven Ağır
Robinson Crusoe’nun Laneti- Berkay Ayhan
“Çölün Ortasında Vaha” mı, “Cennet Görünümlü Cehennem” mi?: Petrol Zengini Körfez Ülkelerinde Göçmen İşçi Sömürüsü- Onur Bakır ve Koray Büyüktuncer
İletişim ve Emperyalizm- Barkın Karslı
İşgalin Diliyle Ortadoğu- Efe Peker
Doğuda ve Batıda Kadınlara Baskı ve Yanılgılar- Elçin Kurbanoğlu ve Shela Pelizzon
Huruç Stratejisi Üzerine- Cem Somel
Değişen Dünyada Çok Uluslu Şirketler- Emin Akçaoğlu

Araştırma-Yorum
Tersaneler: Terhaneler, Teraneler

Kültür-Sanat
Nil Deltasında Yankılanan Ses: Ümmü Gülsüm- Alaattin Oğuz
“Saklı Afganiztan”ın Sakladıkları ve Abarttıkları- Edip Asaf Bekaroğlu

Portre
Frantz Fanon- Seven Ağır
Mahmud Muhammed Taha- Esra Duru

Kitabiyat
Küreselleşmeye Güneyden Tepkiler- Elif S. Uyar
Slam’ın Silahsız Askeri: Badşah Han- A. Nevra Kırbaşoğlu

(TAM METİN) Nuray Mert- Arap Zirvesi ve Bölgede Son Durum


Mart ayı sonunda Şam’da toplanan bu yılın Arap Zirvesi, bölgedeki son durumu anlamak açısından son derece önemliydi. Zirvenin ev sahipliğini Suriye’nin yapıyor olması, zirveyi Suriye’ye baskı yapma aracı olarak kullanmak isteyenler için en başından bir fırsat olarak değerlendirildi. Önce, zirvenin gerçekleşmesi için Lübnan’da aylardır kilitlenmiş olan Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin yapılması, daha doğrusu Suriye’nin bu konuda etkin rol oynaması bir koşul olarak ileri sürüldü.

Lübnan’da, Cumhurbaşkanı seçilebilmesi için ABD ve Batı yanlısı iktidar koalisyonu ile onun karşısında yer alan muhalefet koalisyonunun uzlaşması gerekiyor. Aslında, bir noktadan sonra, Genelkurmay Başkanı Mişel Süleyman ismi üzerinde taraflar uzlaştı. Ancak muhalefet ayrıca, istifa ettiği hükümet ve Meclis tablosunda veto gücü olan oranda temsil talep ediyor; aksi takdirde, politik kararlar konusunda devre dışı kalmaktan ve bunun kendisine karşı baskı olarak kullanılmasından korkuyor. Bu konuda uzlaşmaya varılamıyor, bu nedenle Meclis çalışamaz hale gelmiş durumda. Muhalefet, Hizbullah önderliğinde, Şii Emel örgütü (ki Meclis Başkanı Nebih Berri de bu grubun mensubu) ve Marunilerin yarısını temsil eden Michael Aoun’un partisi ve daha küçük sol parti ve gruplardan oluşuyor. Özellikle Hizbullah’ın İran ve Suriye müttefiki olduğu biliniyor. O nedenle, Suriye’den uzlaşma için bu gruba baskı yapması isteniyor.

Diğer taraftan, malum Hariri suikastını araştırmak için uluslararası bir mahkeme oluşturulması, bir yandan yine muhalefeti, diğer yandan Suriye’yi köşeye sıkıştırmak üzere devreye girmiş vaziyette. Uluslararası mahkeme kurulması için Lübnan Meclisinden, muhalefetin çekilmesi sonucu, karar çıkarılmayınca, BM dolambaçlı bir yol izleyerek, böyle bir karar olmaksızın inisiyatif alarak mahkeme kurmaya girişmişti. Bu hazırlıklar tamamlandı, yakında mahkemenin ilan edilmesi bekleniyor.

Lübnan muhalefeti ve özellikle Hizbullah, uluslararası mahkemeyi, köşeye sıkıştırma harekâtının bir parçası olarak görüyor. Aynı durum Suriye için de geçerli. Hariri suikastı, başından beri Suriye’nin suçlanarak hedef haline gelmesine neden oldu. Nitekim suikastın ardından, Sedir Devrimi adı altında gerçekleşen sivil protestolar, dış baskılarla desteklenerek Suriye askerlerinin Lübnan’dan çekilmesi sağlanmıştı. Hemen ardından da, Lübnan, Hariri’nin oğlu ve Başbakan Sinyora önderliğindeki Sünniler ve Dürzi lider Velid Canbolat ve Marunilerin bir bölümü tarafından oluşan 14 Şubat grubu ve muhalefet grubu olmak üzere iki cepheye ayrıldı. Bu cepheleşme giderek daha keskinleşerek devam ediyor. Hükümet cephesi, Hariri mahkemesini siyasi bir manevra alanı olarak kullanıyor. Bir yandan mahkeme, diğer yandan Cumhurbaşkanlığı seçimi tartışması ile sadece Lübnan’daki taraflar değil, uluslararası ittifakları olan cepheler, yani ABD ve ABD yanlısı Arap ülkeleri ile Suriye-İran cephesi çatışması yaşanıyor.

Arap Zirvesi’ne de bu çatışma damgasını vurdu. Nitekim bölgedeki ABD yanlısı Arap rejimleri, başta Suudi Arabistan, Mısır ve Ürdün, önce zirvenin yapılma koşulunu Lübnan’ın Cumhurbaşkanı seçimine bağladı. Sonra bu gerçekleşmeyince, bu ülkeler zirveyi boykot etmediler ama liderler yerine, düşük düzeyli temsil ile zirveyi sabote etme yoluna gittiler. Bölgede ABD müttefiki olarak öne çıkan Umman, Yemen, Fas da zirveye katılmadı. Lübnan da Cumhurbaşkanı makamının boşluğunu ileri sürerek zirveye katılmadı.

Sonuçta, son Arap zirvesi, Arap dünyasındaki siyasal bölünmeyi bir kez daha yansıtmakla kalmadı, daha da derinleştirdi. Dahası, zirve sonunda çıkan ortak metinde, yabancı askerlerin bölgeyi terk etmesi isteğine Irak Başbakanı şerh koyma gereği duydu. Irak Başbakanı Maliki, sonuç bildirgesinin bu bölümünün kendilerine sorulmadan eklendiğini ifade etti.[1] Aslında Irak, Arap dünyasında tarafların açıkça ABD yanında yer almaktan çekinmesinden dolayı, muğlak ifadelere sığınılan bir konu. Bu durum Arap Zirvesinde de kendini gösterdi.

ABD’nin Irak işgalinden önce Ürdün Kralı Abdullah, bölgede Şii nüfuzunun artmasından endişe duyduğunu ifade etmiş, ilk defa ‘Şii hilali’nden söz etmişti. Nitekim ABD de, bölgedeki çatışma hattını Sünni-Şii gerginliği üzerine kurmuş, bu fay hattını derinleştirmeye çalışmıştır. Ancak bu çabanın bütünüyle başarılı olduğunu söyleyemeyiz. Öncelikle, Irak’ta giderek karmaşıklaşan tablo böylesine kurguların birebir gerçekleşmesini zorlaştırmaktadır.

ABD, ‘düşman’ Şii cephesini ‘dost Şii’ çemberi ile kuşatmak istemiştir. Bunun için Irak’ta işbirliği yaptığı Şiilerin İran etkisinden uzak kalacağını hesap etmiş, hatta işin başında, Necef’in sembolik önemi etrafında Irak merkezli Şii gücünün İran’ın istikrarsızlaşması yönünde rol oynayabileceği bile düşünülmüştü. Ama olaylar bu yönde gelişmedi, dahası, Suudi Arabistan ABD ile ittifakına rağmen Irak’ta Şiilerin öne çıkmasından başından beri rahatsız oldu. Irak Şiilerinin İran nüfuzuna denge oluşturması bir yana, bölgede İran nüfuzu arttı. İktidarda olan Şiiler etkin kontrol sağlama konusunda başarılı olamadılar. Öte yandan, Mukteda Sadr’a bağlı güçler işgale karşı direnişe devam ettiler. Mart ayı sonunda, hükümet güçlerinin Basra’da Sadr’a bağlı güçleri sindirme harekâtı sonuç vermedi; ABD ve İngiltere, olaya müdahale etme gereği duydular.

Saddam döneminde ülkesini terk edip sürgünde yaşamak zorunda kalan Iraklı muhaliflerden Sami Ramadani, Saddam’ın 1991’de, yine Mart ayında, Basra’da yaşanan ayaklanmayı kanlı bir şekilde bastırdığını hatırlatıyor ve bu kez yaşanan bastırma harekâtının Saddam dönemindekinden daha ağır olduğunu söylüyor.[2]

Bu koşullar altında, Arap dünyasında veya genel olarak bölgede yaşanan bölünme ve bu bölünmenin gerisindeki uluslararası çatışmalar, bölgede yaşayan insanlar için şimdilik sadece umutsuz bir tablo oluşturuyor. Ayman El-Emir, Arap zirvesini değerlendirdiği yazısını, “Ulusal ve bölgesel güvenlik paradigmasının sömürge dönemi mirasından ve yeni-sömürgeci hegemonyadan bağımsız ciddi bir başlangıç gerekliliği” ile bitiriyor. Arap yönetimlerinin, toplumsal gerçeklerle bağlarının tamamen koptuğundan şikâyet ediyor.[3]

Türkiye’den bölgeyi izlemeye çalışan ve olanlar karşısında kaygılanan bizler de, Türkiye’nin bölgede olan bitene bunca ilgisiz ve kayıtsız kalmasından şikâyetle bitirelim. Bu ilgisizliğin kuşkusuz belli bir tarihsel arka planı var, ancak gelinen noktada Türkiye’nin bölgede olan bitenlere siyaseten ilgisiz kalmasına artık imkân yok. Bu durumda, bölgedeki gelişme ve çatışma alanlarından habersiz bir kamuoyu tablosu, sıradan bir kayıtsızlığın ötesinde risk teşkil ediyor. Bu, Türkiye’de kamuoyunun, Türkiye’nin bu bölgede izlediği siyasetten, üstlendiği rollerden, içinde yer aldığı çatışma hatlarından habersiz olmak demek. Arap aydınları ile konuştuğumuzda, Türkiye’nin geçmişte, bölgeye ilişkin takındığı tutumlara ilişkin sorularla karşılaşıyoruz. Mesela, “Neden Cezayir krizinde Türkiye Fransa’nın yanında yer aldı?” sorusuna, “Aslında kimsenin krizden de Türkiye’nin takındığı tavırdan da fazla haberi yoktu” diye cevap vermenin ezikliğini yaşıyoruz. 1950’ler bir yana, geçen sene Lübnan’da katıldığım bir TV programında, “Türkiye kamuoyu Lübnan’da olan biten karşısında ne düşünüyor?” sorusuna aynı cevabı vermek zorunda kaldım.

Bakın Arap zirvesi geldi geçti, üzerine tek satır yazılmadı. Buna karşın Körfez ülkelerinin sıklaşan Türkiye ziyaretleri basında bolca yer alıyor, ülkeye sermaye girmesi sevinçle karşılanıyor. Her şeyin bir riski olduğunu, bir büyük çatışma alanı olan bölgeden gelen giden her şeyin siyaseten bir anlamı ve bedeli olduğunu fazlasıyla görmezden geliyoruz.

İşte doğudan dergisinde yapmaya çalıştığımız şey her şeyden önce, bu karartmayı bir az olsun aşabilmektir.
[1] Şark-el Evsat, 31 Mart 2008.
[2] The Guardian, 29 Mart 2008.
[3] Al-Ahram, 3-9 Nisan 2008.

(TAM METİN) Elif Uyar- Küreselleşmeye Güneyden Tepkiler


“Küreselleşmeye Güneyden Tepkiler” Türk Sosyal Bilimler Derneği’nin 5-7 Eylül 2005’te Ankara’da düzenlediği çok sayıda uluslararası katılımcının da iştirak ettiği aynı adlı sempozyumun bir ürünü olarak Dipnot Yayınlarından (364 sayfa) çıktı.

Toplam on sekiz makaleden oluşan kitap, neo-liberal politikaların yön verdiği, gayet değer ve amaç yüklü bir süreç olan küreselleşmeye ve bunun nicedir tarafsız, karşı konulamaz, alternatifsiz olarak sunulmasına karşı çıkan, çoğu üniversite öğretim üyelerinden oluşan katılımcıların yazılı tebliğlerinin bir toplamı. Gerek ele alınan temaların genişliği (küreselleşme, emperyalizm, militarizm, yönetişim, neo-liberal iktisat politikaları, direniş, bölgesel bütünlük projeleri vb.), gerekse Hindistan, Lübnan, Brezilya, İngiltere, Arjantin ve Türkiye’nin çeşitli üniversitelerinden katılımcıların kazandırdığı zenginlikle kendi alanında bir ilke imza atan çalışma altı alt başlıktan oluşuyor: Yeni Müdahale Biçimleri ve Meşrulaştırma: “Teröre karşı Savaş” ve Irak; Dünya Ekonomisi: Emperyalizm ve Bunalımlar: Güney’de Neo-liberal İktisat Politikalarına Karşı Seçenek Arayışları; Türkiye’de Neo-liberal Dönüşümün Çeşitli Yanları; Toplumsal Dönüşüm ve Sınıf Mücadeleleri: Fırsatlar ve Engeller; Direniş ve Uyumun Yeni Biçimleri: İdeolojik ve Sosyolojik Yönler.

Tebliğlerin büyük bölümü küreselleşme olarak adlandırılan dönemin içeriğini sorguluyor. Bu içerik bir yanda küresel ölçekte eşitsiz büyüme, ilkel birikime dönüş ve militarizm boyutlarıyla, diğer yanda yerelde özellikle tarım üzerinde yarattığı olumsuz etkilerle inceleniyor.

Küresel boyutta, örneğin C. P. Chandrasekhar, küresel ödemeler dengesi ve gelişmekte olan ülkelerin ABD’nin cari açığının finansmanındaki rollerini incelediği yazısında, bugünkü küreselleşme sürecinin beraberinde getirdiği özel eklemlenme biçiminin bir yandan eşitsiz büyümeye, bir yandan da istikrarsızlığa nasıl yol açtığını gösteriyor. Öte yandan Prabhat Patnaik, dönemin belirleyici bir özelliği olarak sermaye birikim süreçlerinde ele geçirerek birikimin giderek daha fazla paya sahip olmasına dikkat çekiyor. İlkel kapitalist birikime dönüş olarak da adlandırabileceğimiz bu eğilim karşımıza, Üçüncü Dünyada devlet sektörünün elindeki varlıkların yok pahasına özelleştirilmesi; eğitim ve sağlık gibi sosyal hizmetlerin özel sektörün alanına geçmesi; madenler üzerindeki denetimin çok uluslu şirketlerin eline geçmesi; tarımın her yerde çok uluslu şirketlere açılması yoluyla köylü tarımının ortadan kaldırılması; ormanlar, su kaynakları ve meralar gibi ortak kaynakların özel mülkiyet olarak edinilmesi olarak çıkıyor. Çok uluslu şirketlerin özellikle maden ve enerji şirketlerinin yatırımlarını korumak için başvurdukları yollar düşünüldüğünde, bu sürecin militarizmi körükleyen tarafı da açığa çıkıyor. Militarizm konusunda da Filiz Çulha Zabcı’nın özel güvenlik endüstrisinin önemli bir unsuru olan özel askeri şirketleri ve bunların sömürgeci politikalar içindeki rollerini ele aldığı makalesi oldukça çarpıcı. Zabcı burada emperyalizmle militarizmin göbek bağını bir kez daha göstermekle kalmıyor, içinde yaşadığımız sözde teröre karşı savaş döneminde insanlık olarak yüz yüze olduğumuz tehlikenin boyutlarını da hatırlatıyor. Yazarın karşımıza çıkardığı tabloya göre, bugün savaş suçları ve işledikleri diğer suçlar konusunda kolaylıkla yasal denetimin dışına kayabilen, hiçbir siyasi ve etik kuralla sınırlandırılmadan sadece kâr mantığıyla hareket eden özel askeri şirket adı altındaki yedek ordularla karşı karşıyayız. Bu denetlenemez örgütlü şiddetle nasıl başa çıkacağımız ise kuşkusuz günümüzün en önemli sorularından biri...

Diğer yandan, dönemi kendi yerelinden/yereldeki etkileriyle sorgulayan iki çözümleme, ekonomik liberalleşmede bir başarı örneği olarak gösterilen Hindistan’ın durumunu aydınlatmaları bakımından dikkate değer. Bunlardan biri Jayati Ghosh’un, Hindistan’da yüksek oranda işsizlik, yeni politikaların çiftçiler üzerindeki olumsuz etkileri, buna rağmen başlıca istihdam alanı olarak tarımın önemini koruması, eyaletler arası ve kent-kır arası eşitsiz gelişim, gıda güvenliği koşullarının olumsuzluğu ve yoksulluğun büyük ölçüde devamlılığını vurguladığı makalesi. Diğeri ise Hindistan’daki en büyük kadın kuruluşu olan Tüm Hindistan Demokratik Kadın Derneği’nin (AIDWA) başkanı Subhashini Ali’nin yerel sorunlarla küreselleşmeye dayalı politikaları birbirine bağladığı ve kuruluşu adına nasıl bir mücadele yürüttüklerini özetlediği çalışması. Ali, Hindistan’da kız çocuklarının rahimde veya doğumdan sonra öldürülmelerinin yaygınlaşması, kırsal kesimlerde giderek artan gıda güvenliği ve işsizlik gibi sorunları salt ülkenin toplumsal koşullarına ve geleneklerine bağlayan önermelere karşı çıkarak; son 10-15 yıl içinde küreselleşmeye özgü birtakım süreçlerin gelenekleri, yaygın inançları nasıl yorumlayıp bunlardan nasıl yararlandığını, neo-liberal uygulamaların tüketimciliği körükleyen boyutlarını, bunların mevcut ataerkil normları nasıl pekiştirdiğini açıklıyor.

Küreselleşmenin işte böyle yerel ve küresel ölçekte sorgulandığı sempozyumun diğer bir gündemi ise -ilki kadar rağbet görmemiş olsa da- alternatifler ve bunların nasıl uygulanacağı sorunu.

Bu anlamda Fuat Ercan küreselleşmeye muhalif ulusal-kalkınmacı, sol-Keynesyen, anti-emperyalist tahlillerin ve Arjantin’de Kirchner, Brezilya’da Lula, Ekvator’da Lucio Gutiérrez gibi kitlelerin enerjisini alarak iktidara gelen hareketlerin yöneldikleri Merkez-sol ya da Üçüncü Yol olarak tanımlanabilecek siyasal pratiklerin; Mustafa Şen ise sıklıkla neo-liberal küreselleşmeye karşı eşitlikçi/özgürlükçü bir tepki olarak tanımlanan İslamcılığın alternatifliğini sorguluyor.

Alternatifleri sorgulamanın bir yolu da söz konusu alternatifleri kimin uygulayacağı sorusunu, yani siyasal iktidar sorununu gündeme getirmek. Bu noktada Sungur Savran’ın önerisi, alternatifleri uygulama kapasitesine sahip olabilecek bir siyasi iktidarın sınıf karakteri meselesini tartışmak ve bu yolla alternatifin hangi siyasi koşullar çerçevesinde gerçekçi biçimde uygulanabileceği sorusunu gündeme getirerek küreselleşmeye karşı bir alternatif arayışı tartışmasında eksik kalan iktisat-siyaset bağını kurmak. Savran’ın altını çizmeye çalıştığı husus, küreselleşmeye/neo-liberalizme alternatif bir iktisadî stratejinin merkez sol partilerle gerçekleştirilemeyeceği, devrimci bir işçi partisi iktidara yükselmeden herhangi bir alternatifin uygulanamayacağıdır.

Halen karşımızda duran en önemli sorunlardan biri, siyasal iktidarı ve her türlü piyasa dışı iradeyi olumsuzlayarak en büyük saldırılardan birini ‘siyaset’ kavramına yöneltmiş olan neo-liberalizme karşı mücadelenin nasıl, ne zaman, kimler tarafından yürütüleceği sorunudur. Jamie Gough, işçi hareketinin hem kuzeyde hem de güneyde çok güç bir dönemden geçtiğini vurguladığı makalesinde, küresel ölçekte ortak eylemler geliştirme arayışının önündeki engelleri ve fırsatları, işçiler arasındaki uzamsal engellerin kalkması ve yapısal engellerin aşılması bağlamında tartışıyor. Bu bağlamda neo-liberalizmin yanında üretken bağlantıları güçlendirmeye yönelik bölgesel bütünlük projelerinin de emekçiler ve mücadeleleri açısından yarattığı engelleri vurguluyor.

İşte tam burada Huricihan İslamoğlu’nun dikkatleri çektiği nokta anlam kazanıyor: bugün bize düşen, neo-liberalizm, emek üzerindeki egemenliğini pekiştirmeye yönelik siyasi ve askeri bir strateji ile iş başındayken, işçi sınıfının mücadelesinin önündeki yapısal engellerin ortadan kalkıp evrensel bir mücadele yürütmesini beklemenin yaratacağı gurur kırıcı teslimiyetçilikle siyasetsizlik ortamını onaylamak mıdır? Yoksa siyasal mücadeleyi sınırlı alanlar çerçevesinde ve küçük ölçekli de olsa ötelemeyerek, neo-liberal söylemin vurguladığı piyasanın siyaset-üstü mantığına karşı direnmek midir? Bu noktada kanaatim Metin Özuğurlu’nun tekil ve parçalı da olsa işçi mücadelesinin devamlılığını vurgulayan çalışmasının; H. İslamoğlu’nun bazen yenilgi kaçınılmaz olsa bile siyasi alanlarda yer almanın önemini vurgulayan çağrısının ve Subhashini Ali’nin kuruluşu (AIDWA) adına Hindistan’da yürüttükleri mücadeleyi ve bunun kazanımlarını özetlediği ve artık siyasetin işe yaramadığına dair yaygın inancı sorgulatarak siyasetin hâlâ şimdi, burada, mümkün olduğunu gösteren tebliğinin bize ışık tutabileceği.

(TAM METİN) Seven Ağır- Frantz Fanon: Dünyanın Lanetlileri Şimdi Nerede?


Şimdi asıl mesele kârlılık değil, verimliliğin artıp artmaması ya da üretim oranları değil. Hayır, mesele doğaya dönüş meselesi değil. Bugün temel mesele insanı yaralayan, aklını parçalayan yönlere sürüklememek. Yetişme fikri insanı insanlığından çıkarmanın, kendinden, iç bilincinden ayırmanın, onu kırmanın, yok etmenin bahanesi olamaz.
Fanon, 2004:238



Frantz Fanon otuz altı yaşında lösemiden öldüğünde Cezayir henüz bağımsızlığını kazanmamıştı. Dünya nüfusunun önemli bir kısmı bugün “gelişmekte olan ülkeler” olarak nitelendirilen coğrafyalarda “gelişmiş” hamilerinin buyruğu altında yaşıyordu. Batı hümanizmasının hâkim söylemi “ilkel ve çocuk kalmış” toplumları uygarlaştırmak ve büyütmek sevdasından vazgeçmemişti henüz. Dünya iki kutupluydu ve bu iki kutbun arasında rüştünü ispatlayamamış bir üçüncü dünya, siyasette söz söyleme sırasının kendisine gelmesini bekliyordu.

Fanon 1925’te Fransız sömürgelerinden birinde, Karayipler’in Martinik adasında doğdu. 18 yaşında Nazilere karşı savaşmak üzere Fransız ordusuna katılan Fanon, savaştan sonra Fransa’da tıp ve psikiyatri eğitimi gördü. Kişisel deneyiminden yola çıkarak beyaz bir toplumda siyah olmanın imkansızlığını ve sömürge kültürünün insan ruhu üstündeki etkilerini anlattığı ilk kitabı Siyah Deri, Beyaz Maske’yi bu dönemde yazdı. 1953’te dokuz milyon Arap ve Berberi’nin bir milyon Fransız tarafından yönetildiği Cezayir’de psikiyatrist olarak çalışmak üzere Fransa’dan ayrıldı. Cezayir’de işgalin kültürel ve psikolojik etkileri üstüne çalışan Fanon, ulusal hareketin başlamasıyla birlikte Ulusal Bağımsızlık Cephesi’ne katıldı ve sınır dışı edilene kadar etkin olarak Cezayir’in bağımsızlığı için mücadele etti. 1961’de, ölmeden hemen önce, son kitabı Yeryüzünün Lanetlileri’ni tamamlayan Fanon’un eserleri birçok dile çevrildi ve sayısız çalışmaya konu oldu.

Fanon yazdıklarında o güne kadar üzerinde pek durulmayan bir konuya, tahakkümün kültürel ve ruhsal boyutuna eğilerek, emperyalizm ve ırkçılık karşıtı mücadelelere yeni bir bakış açısı kazandırdı. Cezayir’deki Fransız yönetimi işgal demekti ama dahası başka türlü olmayı öğrenmek, öğrenmek zorunda bırakılmak demekti. Başka bir dili, başka şekilde davranmayı, başka şekilde giyinmeyi, işgalcinin anladığı anlamda “uygar insan” olmayı öğrenmeliydi işgal edilen ülkenin yerlisi. Kendi kültürünün aşağı olduğunu kabul etmeliydi. Fanon bu kültürel bozgunun yarattığı ruhsal tahribatı, işgal edilen toprakların asıl sahibinin kendi ülkesinde yabancılaşmasını bizzat gözlüyor; eğitimini aldığı Batı biliminin yerli karşısındaki kifayetsizliği ve kibri karşısında, deneyimi ile örtüşen özgün tıbbi yöntemler geliştiriyordu.

Doktorluğu siyasi duruşundan ayırmıyordu Fanon. İşgalin şiddetinin, işgalci güçlerin varlığı kadar, bu kültürel ufalanma ve aşağılanmada saklı olduğunu söylüyordu yüksek sesle. Bağımsızlık mücadelesinin, bu şiddeti, bu yabancılaşmayı sona erdirmenin yegâne yolu olduğunda ısrar ediyordu. Dönüştürücü bir gücü vardı direniş hareketlerinin. Yeni bir insan, yeni ve özgün kavramlar yaratmanın yolu mücadeleden geçiyordu. Fanon’un askeri zorun iktisadi ve siyasi tahakkümün olmazsa olmazı olduğu bir dönemde işgal altındaki halkın şiddete başvurmasını onaylaması ve şiddetin onarıcı gücünden bahsetmesini onaylamıyordu kimi solcu aydınlar. Fakat Fanon için şiddet eşitsiz koşullarda kendi kimliğinin aşağılığına inandırılmaya çalışılan bir birey için özsaygısını inşa etmenin ve işgalciye direnmenin tek vasıtasıydı. Kamusal bir siyasi alanın mevcut olmadığı bir dönemde işgal saf şiddet demekti ve ona karşı yalnız şiddet ile direnilebilirdi (Sekyi-Otu, 1996:118).

Bağımsızlık ile bitmiyordu mücadele. Bağımsızlığını kazanmış ülkeler, henüz kendi ulusal kültürlerini inşa edemeden, kendi yollarını çizemeden, kendi kaderlerini tayin etmelerini sağlayacak bir ulusal bilinç geliştiremeden Soğuk Savaş’ın sağladığı sözde avantajdan faydalanmaya, kapitalist ve sosyalist dünya arasında seçim yapmaya itiliyordu. Fanon ise yeni bir dünya hayal edebilmenin kendi yolunu bulma mücadelesinden, Üçüncü Dünya’nın hakkı olanı talep etme mücadelesinden geçtiğini söylüyordu. Gelişmekte olan ülkeler ne yol izleyeceklerine, neyi üreteceklerine, neyi ihraç edeceklerine kendileri karar vermeliydi. Fakat bizzat sömürü ile semirmiş gelişmiş ülkelerin elinde kaynaklar, bağımsızlığını yeni kazanmış ülkeyi yola getirmeyi sağlayan ve işbirliği koşuluyla dağıtılan birer silaha dönüşüyordu.

Tuzaklarla dolu bir yoldu bağımsızlıktan egemenliğe giden yol. Kehanette bulunmuyordu Fanon, uyarıyordu. Ulusal bağımsızlık mücadelesinin liderlerinin nihayet kavuştukları yönetimleri tekellerinde sultaya dönüştürme eğilimine karşı uyarıyordu. Yeni yeni ortaya çıkmakta olan şehirli üst sınıfların Batı burjuvazisinin bir karikatürü olmaktan öteye gidemeyeceklerini söylüyor, kendi çıkarları doğrultusunda sömürge mirasını uzatmaktan başka arzusu olmayacak bir kapitalist sınıftan burjuva toplumu yaratma beklentisinin yersizliğine işaret ediyordu. Yerli entelektüelin Batı’dan borç alınmış dili ile kendini gerçeğin tek ve hakiki savunucusu sanmaya yatkın kibrine ya da sözüm ona halkçı bir ilgiyle eski ve geleneksel kültürel formları şeyleştirmeyi marifet sayan takipçiliğine karşı uyarıyordu.

Bugün Yeryüzünün Lanetlileri’nin yazılmasının üstünden neredeyse elli yıl geçti. Cezayir’e bağımsızlık Fanon’un umut ettiği dönüşümü getirmedi. Tersine, tuzaklara takıldı bir bir bağımsızlık mücadeleleri. Pek çok eski sömürgede ulusal yönetim güçlü azınlıkların -generallerin ve bürokratların- eline geçti. Ulusal bağımsızlık mücadeleleri yerini etnik ve dini çatışmalara bıraktı. Gelişmekte olan ülkelerin “bağımsız” yönetimleri iktisadi egemenliği ulusal ve uluslararası teknokratlara devretti. Postmodern söylenceler küreselleşme ve tek kutuplu dünyayı, ideolojilerin ve ütopyaların sonu ilan etti. Aydınlanma felsefesi eski cazibesini yitirdi. Görünürde “gelişmiş” ülkelerin “gelişmiş” devletleri, uygarlaştırma projesinden vazgeçti, bayrağı piyasanın serbest koşusuna devretti.

Kimilerine göre Fanon’un tarif ettiği mücadelenin koşulları ortadan kalktı. Bugün Birinci Dünya yalnız Batı’da değil çünkü; yalnız beyazlar değil zenginlikten ve güçten payına düşeni alan. Bugün “gelişmekte olan” ülkelerde yalnız Batılı gibi giyinmek, Batılı gibi görünmek sevdasında olan egemenler değil söz söyleyen. Küreselleşme kültürel çoğulculuğu mümkün kıldı; ırkçılık, ayrımcılık, kültürel tahakküm ortadan kalkmadı şüphesiz, fakat çok yol kat ettik bu kimilerine göre.

Hakikaten dünyanın lanetlileri şimdi nerede?

Uygarlaştırılması gereken Üçüncü Dünyalar çoğalıyor Birinci Dünyalar içinde. Fanon’un pek güzel tarif ettiği Üçüncü Dünyalılığın ruh hali göçmenlerde ve kültürel azınlıklarda devam ediyor. Siyasi hayattan dışlanan, kültürel olarak hor görülen, iktisadi anlamda güçsüz kitleler Doğu’da ve Batı’da, Kuzey’de ve Güney’de azalmıyor. Gelişmiş ülkelerin gelişmemiş göçmenleri eğitilmesi gereken, topluma uyumu sorun teşkil eden taraf olarak en iyi ihtimalle özümlenmek ile ikinci sınıf kalmak arasında tercih yapmak zorunda bırakılıyor. Dünyanın geri kalmış bölgelerine uygarlık ve özgürlük götürme gerekçesiyle meşrulaştırılan işgaller ve askeri müdahaleler sona ermedi. Evrensel olarak sunulan kimi değerler makul olanın sınırlarını belirlemeye devam ediyor. Farklılıkların bir arada yaşayabildiği küresel bir kültür temenni eden nice yazar-çizer piyasa ekonomisini ve liberal demokrasiyi bu küresel kültürün olmazsa olmazı tayin etti. İktisadi eşitsizliğin doğal olduğu belletilirken doğduğu coğrafyanın, ırkın ve cinsiyetin sancısıyla uyanmaya devam ediyor yeryüzünün lanetlileri.

Bugün Fanon’u okumak insanlık durumunun değişmeyen yaralarını fark etmenin yanında daha iyi bir dünyanın ancak hakların ve kaynakların adil dağıtımı ile gerçekleşebileceğini hatırlatıyor.

Fanon’un Türkçeye Çevrilen Eserleri

2007. Yeryüzünün Lanetlileri, İstanbul: Versus Yayınları.

1996. Siyah Deri, Beyaz Maskeler: Ezilenlerin Psikolojisi ve Yabancılaşma, çev. Mustafa Haksöz. İstanbul: Sosyalist Yayınlar.

Yeryüzünün Lanetlileri, İstanbul: Sosyalist Yayınlar, çev. Şen Süer Kaya. İstanbul: Sosyalist Yayınlar.

Yeryüzünün Lanetlileri, çev. Bayram Doktor. İstanbul: Birleşik Yayıncılık


Kaynakça

Fanon, Frantz. 2004. The Wretched of the Earth, çev. Richard Philcox. New York: Grove Press.

Fanon, Frantz. 1967. Black Skin, White Masks, çev. Charles Lam Markmann. New York: Grove Press.

Sekyi-Otu, Ato. 1996. Fanon’s Dialectic of Experience, Cambridge: Harvard University Press.

(TAM METİN) Esra Duru- Sudanlı Mahmud Muhammed Taha


Hayatı[1]

1909’da Sudan’ın Rufa kentinde doğdu. İngiliz sömürgesine karşı Sudan’ın bağımsızlığını desteklerken, aydınların ve geleneksel ulemanın sömürgecilere takındığı teslimiyetçi tutumu şiddetle eleştirdi. 1945’te Cumhuriyetçi Parti’yi (CP) kurdu. 1946’da hapse girdi. 1951’de Benim Yolum adlı kitabı yazdı. Hapiste geçirdiği değişimin ardından CP’yi Cumhuriyetçi Kardeşler (CK) adı altında bugün Mısır’da hala etkinliğini koruyan Müslüman Kardeşler benzeri bir kardeşlik cemaatine dönüştürdü. 1955’te Sudan’ın nasıl bir anayasası olması gerektiğine ilişkin önerilerini, Esas-ı Düstur üs Sudan (Sudan Anayasası’nın Esasları) isimli kitapta topladı. Burada bir başkan tarafından yönetilen federal, demokratik, sosyalist bir cumhuriyet çağrısı yaptı. Mevcut kanunlara karşı çıkarak bunların gerçek İslam’ın saptırılması olduğunu savundu. Bu kanunların uygulanması halinde toplumsal bölünmeler olacağını söyledi. Bu öngörüsü çok geçmeden gerçek oldu. Sudan’da çok kan dökülecek ve uzun yıllar devam edecek bir iç savaş çıktı.

1956’nın Ocak ayında Sudan’ın bağımsızlığını kazanmasından sonra bir anayasa yapmak amacıyla oluşturulan Kurucu Meclis’e seçildi. Ancak müdahaleler yüzünden istifa etti. Yeni anayasa tamamlanamadan Kasım 1958’de General İbrahim askeri bir darbe yaptı ve tüm siyasi partiler kapatıldı. Bu süreçte Taha’nın halka açık toplantılar yapması ve fikirlerini açıklaması engellendi. Mahmud Taha bu sırada düşüncelerini ev toplantılarıyla açıklamaktan ve yeni kitaplar yazmaktan geri durmadı. 1960’ta İslam’ı, 1966 – 67’de Tarik-i Muhammed (Muhammed Yolu), Risalet üs Salah (Namazın Mesajı) ve Er risalet üs Saniye min-el İslam’ı (İslam’ın İkinci Mesajı) yayınladı. 1967’de Arap-İsrail Savaşı’nın Arapların yenilgisiyle sonuçlanmasının ardından İsrail’in 1967 sınırlarına çekilmesi koşuluyla barış yapılması gerektiğini savunduğu Müşkilat üş Şark ul Evsat (Ortadoğu Problemi) isimli kitabını yazdı.

Mısır’da Cemal Abdülnasır’ın şahsında Arap Milliyetçisi yönetimlere ve bazı Arap ülkelerindeki Müslüman Kardeşler Hareketi’nin temsil ettiği anlayışa karşı çıktı. Komünizme yönelik eleştirilerine rağmen Sudan’daki Komünist Partisi’nin kapatılmasına muhalefet ederek, bunu demokrasiden sapma olarak nitelendirdi. 1968’de “dinden çıkma” (ridde) suçlamasıyla tutuklanarak yargılandı. Ancak mahkeme heyeti önünde savunma yapmayı reddetti. Mahkeme onu suçlu buldu ancak idam cezasıyla yargılamış olmasına rağmen bir ceza vermedi. Bu yargılanma CK’nın işine yaradı ve halk arasında taraftarları arttı. Taha’nın özgürlükçü düşünceleri sayesinde CK saflarında mücadele veren kadınların sayısı da küçümsenmeyecek ölçüde artmıştı. Cemaat, kadın erkek eşitliği ilkesini uygulamak ve cinsiyet ayrımcılığını ortadan kaldırmak konusunda en azından kendi içinde başarılı oldu. 1973’te yönetime bir darbeyle gelen Cafer Numeyri, CK’yı yasakladı. Cemaatin birçok üyesi tutuklandı, bunlar arasında CK’nın üst düzey yöneticileri olan kadınlar da vardı. Bu sıkıntılı günlere rağmen, Taha ve CK çalışmalara devam etti.

1983’te Numeyri, ülkede şeriat ilan ettiğini söyledi. Taha, “Ya Bu Ya Tufan” başlığı altında kaleme aldığı bildirisinde bu şeriat ilanına karşı çıkarak, yeni kanunların geri çekilmesini ve demokratik sivil hakların iyileştirilmesini istedi. Bu bildirinin ardından 1985 yılında bildirisi delil gösterilerek bir grup arkadaşıyla birlikte yeniden tutuklandı ve yine idam cezası ile yargılandı. Mahkemeye savunma yapmayı reddeden Taha, bunun sebebini açıkladığı konuşmasında, mevcut yasaların İslam’ın aslını reddettiğini, İslam hukukunu bozduğunu ve nefret edilir hale getirdiğini savunarak, bu kanunların tek hedefinin halkı yıldırmak ve boyun eğmeye zorlamak olduğunu söyledi. Bu anlayışla hareket eden idareye boyun eğen hâkimlerle işbirliği yapmayacağını açıkladı. Taha’nın neyle suçlandığının bile belli olmadığı mahkemeden idam kararı çıktı. Taha ile birlikte yargılanan dört arkadaşına “tövbe” etmeleri şartıyla idam cezalarının affedilebileceği söylendi. Ancak Taha’ya bu hak tanınmadı. Taha mahkeme kararından üç gün sonra idam edilirken, diğer arkadaşları “tövbe” ederek kurtuldular. 76 yaşındaki Taha’nın idam kararını veren diktatör Numeyri, idamdan 76 gün sonra kendi hükümetinin savunma bakanı tarafından yapılan bir darbe ile devrildi. Başa gelen yönetim Taha’nın büyük kızı Esma’nın başvurusuyla, Mahmud Taha’ya itibarını iade ederken, idamı hükümsüz ve anayasaya aykırı ilan etti.

Taha ne diyordu?

Sudanlı Mahmud Muhammed Taha, hayatlarında ve savundukları fikirlerde birçok ortak nokta bulunmasına rağmen çağdaşları Seyyid Kutup ve Mevdudi kadar tanınmadı[2]. Sözgelimi hem Taha hem Kutup, ülkelerinin diktatör yöneticileri tarafından haksız suçlamalarla idam edilmişlerdi. Taha’nın bu dışlanmışlığına sosyalistler açısından söyleminde sosyalizm geçmesine rağmen bunu İslam ile birlikte anmasının, İslamcılar açısından da İslam’ın uygulanabileceği bir yönetim biçimi olarak sosyalizmi işaret etmesinin sebep olduğu söylenebilir.

Taha İslam’ın İkinci Mesajı kitabında İslam’a bakışını ayrıntılı biçimde ortaya koyar. Bu yaklaşım Taha’yı çağdaşlarından ayıran bir farklılığa dayanır. Kur’an, ayetlerin Mekke’de ve Medine’de inmiş olmalarına göre Mekki ve Medeni dönemler olarak ikiye ayrılır. Mekki dönem 13, Medeni dönem 10 yıl sürmüştür. Peygamber Hz. Muhammed ve beraberindekiler 13 yıl süren Mekke döneminde bir yandan aşama aşama indirilen Kur’an’dan inançlarını öğrenirken, öte yandan bu inançları yaşayabilmek için çetin mücadeleler vermek zorunda kalmışlardır. Bunun neticesinde inançlarını yaşayabilmeleri açısından daha rahat bir imkân sunan Medine’ye göç etmişler ve böylece Kur’an’ın Medeni dönemi de başlamıştır. Taha, bu ayrımın coğrafi bir yer değişikliğinden çok İslam’ın söylemindeki değişikliği işaret ettiğini söyler. Aslında bu ayrım yine insanların düşünce dünyalarının evrimiyle ilgilidir.

Taha, Kur’an’ın Mekke dönemini İslam’ın “İkinci” Mesajı, Medine dönemini de İslam’ın “Birinci” Mesajı olarak adlandırır. Mekke döneminde zorlamalardan ziyade ikna ayetleri hâkimdir. Mekke döneminin mesajı “iman”dır. Ancak insanların henüz bu mesajı kâmil şekliyle anlayabilecek olgunluğa erişmemiş olması nedeniyle mesaj nitelik değiştirmiştir. Taha (2008, 132) bu konuda, “Ayetlerden biri orijinal bir emri aktarmakta iken diğeri yardımcı bir önlemi önermektedir. İlk buyruğun (tam) yerine getirilemeyeceği anlaşıldıktan sonra yerine geçici bir buyruk verilmiştir. Orijinal buyruk, onu yerine getirmek için gereken koşullar ya da başka bir deyişle hem bireysel hem de toplumsal kapasiteler yeterince olgunlaştığında yeniden geçerli olacaktır” der.

Taha cihat, kölelik, özel mülkiyet, kadın erkek eşitsizliği, çok eşlilik, boşanma, örtünme, haremlik-selamlık uygulaması gibi konularda getirilen hükümlerin ve kısıtlamaların insanların kendilerine tanınan özgürlüğü henüz anlayamamasından kaynaklandığını savunur. İnsanlar özgürlüklerinin değerini anlayabilecekleri ve sınırları aşmayacakları bir akıl seviyesine ulaştıklarında özgürlükleri üzerindeki kısıtlamalar kalkacaktır.

Mekke döneminde verilen mesaj ise, nihai İslam’dır ve ibadet, cezalar gibi birinci (Medeni) mesajla çakışan konular dışında doğrudan verilmiştir. Medine döneminde, temel insan haklarını, her alanda kadın erkek eşitliğini vazeden ve her kula mutlak bireysel özgürlük yolunu açan Mekke dönemi ayetleri beklemeye alınmış, Peygamber, kendi faydalarını başarılı bir şekilde koruyamayan insanların üzerine gözetici olarak atanmıştır. Kur’an’ın Mekki ayetleri temel ve asli hükümleri, Medeni ayetleri ise dönüştürücü hükümleri içerir. Amaçları dönüşüm halindeki bir topluma yol göstererek, Mekki ayetlerin uygulanabileceği olgunluk seviyesini sağlamaktır.

Kitapta, Mahmud Taha, insanın kurtuluşunun bireysel özgürlükten geçtiğini savunur. Bireysel özgürlüğün şartı ise korkulardan kurtulmaktır. “Bu korkulardan kurtulup özgürlüğe kavuşmak için, kurtulmak için, toplumu, bireyleri; geçim, baskıcı otorite ve hoşgörüsüzlük korkusunu yaşamayacağı biçimde örgütlemek gerekir. Korkudan kaçınmak için birey, çevre ve o çevrenin özüyle olan ilişkisine dair kapsamlı bir algıya sahip olmalıdır. Yalnızca bu yolla insan aklı geçmişinden kalan bilinçaltı korkulardan sıyrılabilir” (Taha 2008, 129).

Taha’ya göre insan kaçınılmaz olarak iyiye ve mükemmele ulaşacaktır. Çünkü Allah iyidir ve mükemmeldir. İnsanın Allah’a yaklaşması da bilinç düzeyindeki korkulardan ve yanlışlardan arınarak gittikçe mükemmelleşmesi anlamına gelir. Bu aşamada kişi Tanrısıyla ve canlı cansız her şeyle barışacaktır. İşte bu, Allah’ın müminlere emrettiği, zirvedeki İslam’dır. Ancak iyiliğe ve mükemmelliğe ulaşmamakta direnenler cezalandırılacaktır.

Taha, Allah’ın yeryüzüne gönderdiği bütün dinlerin İslam’ın farklı şekilleri olduğunu söyler. Ona göre, insanın aklı ve inanma biçimi çeşitli aşamalardan geçmiştir. Allah da insanın kavrama düzeyinde gerçekleşen bu evrimle uygun düşecek inanç sistemleri göndermiştir. Örneğin ilk çağlardaki insanlar arasında sürüp giden tanrılara insan kurban etme geleneği, geçirilen değişimin ve kazanılmış bir üst seviyenin neticesi olarak Hz. İbrahim’in döneminde Allah tarafından kesin bir biçimde ortadan kaldırılmıştır. Yani gönderilen dinlerin hükümleri, insanın gelişimine paralel olarak farklılaşmıştır.

Üstün bir devlete ulaşmanın iki sacayağı olduğunu söyleyen Taha, bunları iyi toplum ve bireyin geçmişten gelen korkulardan sıyrılabilmesi için benimsenen bilimsel eğitim yöntemleri olarak sıralar. İyi toplum ise sosyalizm olarak bilinen iktisadi eşitlik ya da zenginliğin bölüşümü, siyasal eşitlik ve demokrasi ya da gündelik hayatı etkileyen siyasi kararlara ortak katılım üzerine kuruludur. İyi bir toplum aynı zamanda topluma faydalı oldukları sürece farklı yaşam tarzlarına ve tavırlarına hoşgörülü bir kamusal ortam yaratır (Taha 2008, 157). Taha sosyalizme yaklaşımını ise şu cümlelerle anlatır:

“Bize göre bilimsel sosyalizm birbirine bağlı iki temel ilke üzerine kuruludur: mineraller, tarım, hayvancılık ve sanayi gibi kaynaklardan bilim, teknoloji ve yönetim yoluyla sürekli artan bir üretim sağlamak; Kişisel gelirlerin, çocuklar, yaşlılar ve engelliler de dâhil olmak üzere her yurttaşa onurlu bir hayat seviyesi sağlayacak düzeyde minimum ve maksimum bir limit belirlenerek düzenlenmesini de içerecek biçimde eşit bölüşümün sağlanması. (…) Üretimi arttırmak için üretim araçlarının mülkiyetinin tek bir kişiye ya da bir gruba verilmesi engellenmelidir. Hiçbir yurttaşın bahçesi olan bir ev, mobilya ve bir araba dışında mülkiyeti olmamalıdır. Bunun amacı bir kişinin mülkiyet sahibi olarak başka yurttaşların emeğini sömürmesini engellemektir. Bireysel mülkiyet, mülkiyete bu şekilde sahip olmaktan çok o mülklerin faydasına sahip olmak anlamını taşımalıdır. Zira mülk Allah’ın ve bir bütün olarak toplumundur” (Taha 2008, 106 – 161).

Taha, yeni İslam düzeninin kapılarını, kaynakların ve üretim araçlarının mülkiyetinin bir tek ya da birkaç kişiye verilmesinin yasaklanmasıyla sosyalizme, belli bir yaştaki kadın ya da erkek her yurttaşın oy verme ve seçilme hakkının teminat altına alınmasıyla da demokrasiye açacağını söyler.

KAYNAKÇA

Taha Mahmoud Mohamed, 2008, İslam’ın İkinci Mesajı, İstanbul: Kalkedon Yayınları.

Yarın Dergisi Online, “Cumhuriyetçi Kardeşler” http://www.yarindergisi.com/index.php?option=com_content&task=view&id=99&Itemid=106

Çev: Ünaltay Altay, Yarın Dergisi Online, “İslam’ın İkinci Mesajı’na Giriş”
http://www.yarindergisi.com/index.php?option=com_content&task=view&id=103&Itemid=104
[1] Taha’nın hayatı hakkında Yarın Dergisi’nden ve İslam’ın İkinci Mesajı adlı kitabının önsözünden yararlanılmıştır.
[2] Taha’nın bu dışlanmışlığının somut bir delili olarak Türkçe’de yayınlanmış yalnız bir kitabı bulunmasını gösterebiliriz. (İslam’ın İkinci Mesajı)

(TAM METİN) Edip Asaf Bekaroğlu- "Saklı Afganistan"ın Sakladıkları ve Abarttıkları


Amsterdam’ın Dam Meydanında, Kraliyet Sarayı’nın hemen yanındaki De Nieuwe Kerk (Yeni Kilise), Kraliyet ailesi ile ilgili seremonilerin yapıldığı, yani çok özel etkinliklere ev sahipliği yapan görkemli bir kilise. De Nieuwe Kerk, dört ay boyunca alışıldık işlevlerinden farklı olarak, ilginç bir sergiye ev sahipliği yaptı: Hidden Afghanistan, yani Saklı Afganistan.

Paris ve Torino’dan sonra Amsterdam’da sergilenen “Saklı Afganistan’ı bu kadar özel yapan şey nedir?” sorusuna, sergiyi düzenleyenlerin verdiği cevaplar üzerine biraz düşünmekte fayda var. Doğruyu söylemek gerekirse, sergilenen parçaların Afganistan’dan Fransa’ya gelme hikayesi gerçekten etkileyici. Hep öne çıkarılan ve sergiyi özel yapan, sergilenen parçalar değil de sanki bu hikayenin ta kendisiymiş gibi. Hikâye Sovyet işgali ile birlikte gelen yıkım neticesinde Milli Müze yetkililerinin müzenin en nadide parçalarını saklamaya karar vermesi ile başlıyor. Sadece birkaç kişinin bildiği bir operasyon ile bu parçalar Başkanlık Sarayı’nın mahzenlerine gizleniyor. Daha sonraki iç savaş yıllarında ve “sanat, kültür ve medeniyet düşmanı” Taliban’ın yönetimi esnasında tüm koleksiyon bu mahzenlerde gizlenmeye devam ediliyor. Bu saklama operasyonu, sergiye Saklı Afganistan denmesinin sebeplerinden biri.

Herkesin uzun süren savaş ve kargaşa yıllarında yok edildiğini, yağmalandığını düşündüğü bu kıymetli hazine nihayet 2003’te Taliban rejiminin düşmesinin ardından yeni Afgan Hükümeti tarafından gün ışığına çıkarılıyor. Fransız arkeologlar ise Afgan Milli Müzesi ile anlaşıp bu eserlerin restorasyonu ve bakımını üstleniyorlar. Eserler Kabil’den askeri yetkililer eşliğinde Tacikistan’daki Fransız Askeri üssüne, ordan da Paris’e taşınıyor. Ve arkeologların titiz çalışmaları neticesinde tüm dünyada sergilenecek kıvama getiriliyor. Gerçekten ‘dramatik’ bir hikâye.

Elbette bu eserlerin muhafaza edilmesi ve sergilenmesi çok önemli. Ancak bu hikâyede hem vurgusu abartılan hem de tamamıyla gizlenen bazı şeyler var ki üzerine düşünülmeyi hakediyor. Öncelikle, Amerikan işgalinin getirdiği yıkımın her nedense bu hikâyede hiç ama hiç yeri yok. Oysa yağmacı Amerikan askerlerinin Irak’taki müzelere neler yaptığını tüm dünya biliyor. Dolayısıyla Afgan yetkililerin bu eserleri yağmacı Amerikalılardan koruyabilmesinin de büyük bir başarı olduğu hikâyeye eklenmeliydi şüphesiz. Öte yandan Amerikan bombardımanlarında yok edilen tarihi eserler ve müze yetkililerinin Amerikan askerlerinin yağmasından koruyamadığı diğer eserler ile ilgili ayrı bir rapora da mutlaka ihtiyaç var.

“Saklı Afganistan”ın ısrarla yaptığı bir diğer vurgu ise Taliban’ın bu kültür mirasını pervasızca nasıl yok etmeye çalıştığı ile ilgili. Taliban’ı her türlü kötülüğün sorumlusu olarak göstermek aşina olduğumuz bir söylem. Zaten bir sanat sergisinde Taliban’ın yıllar süren iç savaş kargaşasına son verip Afganistan’a iyi ya da kötü, ama her halükârda iç savaştan daha iyi bir nizam getirdiğinin veya dünyanın uyuşturucu üretim merkezi olan bu toprakları haşhaş üretiminden büyük oranda arındırdığının vesaire anlatılmasını bekleyemeyiz. Ancak Taliban’ı şeytani bir güç olarak göstermek ve Taliban’ın temel motivasyonu olarak İslam’ı işaret edip kötülüklerin kaynağına dini yerleştirmek şeklinde bir söylem sanatsal bir ortamda öne çıkarılsa bile politik bir amaca hizmet ediyor. Diğer taraftan bu söylem, bazı parçaları 2 bin 500 yıllık bir maziye sahip olan bu kıymetli eserlerin yaklaşık 1400 yıldır İslam’ın hâkim olduğu bir coğrafyada muhafaza edildiğini de görmezden geliyor. Buradan da Taliban’ı sadece İslam ile değil, diğer birçok dinamiği hesaba katarak açıklama ihtiyacı doğuyor.

Yukarıda bahsedilen saklama operasyonu haricinde sergiye adını veren diğer bir motivasyon ise tüm dünyada Afganistan’ın yalnızca savaş, kargaşa, burkalı kadınlar ve mücahidler ile anılması ve diğer yönlerinin bilinmemesi. Yani bu sergi Afganistan’ın saklı yüzlerini gösterdiğini iddia ediyor. Peki Afganistan’ın bu yüzlerini şimdiye kadar saklayan kim? Veya Afganistan’ı karikatürize edip burkadan, savaştan ibaret gösteren? Veya daha da önemlisi Afganistan’da bunca yıldır süregelen savaşların sorumluları kim? “Saklı Afganistan” bu soruların sorulmasını da engelliyor.

“Açığa çıkartılan” Afganistan’ın nasıl tasvir edildiği de önemli. Öncelikle bu Afganistan tamamı ile İslam öncesi döneme ait. Yedinci yüzyıl sonrasına ait tek bir parçanın bile bu sergide yer almaması ilginç. Müzede anlatılan tarihe göre, bugünkü Afganistan toprakları önce İskender’in işgalini yaşamış, diğer yerlerde de benzerlerine rastlanan bir İskenderiye şehrine sahip olmuş, daha sonra da Budizmin etkisi altında kalmış. Yani İslam öncesi kültürün yansıması olan eserler Grek gerçekçiliği ile Budist sanatının bir karışımından ibaret. Öte yandan, İslam öncesi dönemde ısrarla Grek kültürünün etkisinin vurgulanmasının da ima ettiği birşeyler olsa gerek. Sergide gösterilen tanıtım filminde konuşan Fransız arkeolog, Grek kültürünü Kabil’de bulmanın ne kadar değerli olduğunu söylerken aslında Doğu ile Batı’nın kat’i farklılıkları olduğu etrafında şekillenen oryantalist zihin dünyasını da açık ediyor. Oysa Büyük İskender’in bugünkü anlamı ile ne kadar Doğulu veya ne kadar Batılı olduğunu söyleyebilmek mümkün değildir. Aynı şekilde, geçmişte ticaret yolları üzerinde bulunan ve birçok işgale maruz kalmış Afganistan’ın Doğu’da mı Batı’da mı yer aldığını kestirebilmek de zor. Öte yandan Doğunun da Batının da, modern anlamlarıyla, birer kurgudan ibaret olduğunu ve kendilerine “Batılılar” diyenlerin bu kurgu üzerinden dünyanın geri kalanını yıllarca sömürdüklerini söylemek pek tabi mümkündür.

Elbette tüm bunlar Afganistan’dan gelen bu eserlerin değerini azaltmıyor. İyi niyetle bu eserleri muhafaza edenleri ve heyecanla bu kalıntıların bakımını ve restorasyonunu üstlenenleri küçümsememizi de gerektirmiyor. Antik inanışların gündelik hayata yansıyan yönlerini, farklı kültürlerin nasıl karıştığını, siması daha çok Hint kadınlarına benzeyen Afrodit heykellerini, çorak Afgan tepelerine hayat veren nehir tanrıçası Makara’yı, ejderhaların efendisi Pendant’ı, dünyanın en eski cam aksesuarlarını ve tüm diğer değerli parçaları izlemek elbette güzel bir tecrübeydi. Saklı Afganistan’da sergilenen anıtsal bir taş üzerine yazılan şu mesaj bile ziyaretçilerine ve dünyaya söyledikleri açısından değerli:

Bir çocuk olarak güzel davranışlı ol,
Bir genç olarak kendi nefsinin efendisi ol,
Bir yetişkin olarak adaletli ol,
Bir yaşlı insan olarak nasihatle dolu ol,
Ve ölümünde kederden uzak ol.
(Sayı 5 / Mayıs-Haziran 2008)