Tuesday, October 7, 2008

Sayı 7- Kadın: Direniş ve Tahakküm (Eylül-Ekim 2008)


Sayı Editörleri: Elif Uyar ve Burcu Saka


GÜNDEM
BARIŞ VE ADALETİ UNUTACAK MIYIZ?
mehmet bekaroğlu

DOSYA: KADIN: TAHAKKÜM VE DİRENİŞ
CİNSİYETÇİLİĞİN DEĞİŞİK VEÇHELERİ: AYRICALIKLI FAKAT
YİNE DE KADIN OLMAK
seven ağır
HANDAN ÇAĞLAYAN’LA SÖYLEŞİ:
“GÖRÜNMEYENLERİN GÖRÜNMEYENLERİ: KÜRT KADIN KİM(?)LİĞİ”
burcu saka – okay bensoy
GEÇİMLİK ÇALIŞMA VE KADIN
elçin kurbanoğlu - sheila pelizzon
GÖRÜLEN ELLER - GÖRÜLMEYEN EMEK: KÜRESELLEŞME,
KADIN EMEĞİ VE ENDÜSTRİYEL ÜRETİM
saniye dedeoğlu
TÜRKİYE’DE NEOLİBERAL POLİTİKALARIN KADIN EMEĞİNE ETKİSİ:
SERBEST BÖLGEDEN BİR FABRİKA ÖRNEĞİ
feryal saygılıgil
İŞGALLERİ AKLAYAN ZEMİN: EMPERYALİST KADIN DİLİ
yıldız ramazanoğlu
OSMANLI FEMİNİZMİ, ULUSLAR ARASI FEMİNİZM VE DOĞU KADINLARI
elif ekin akşit
KEMALİST MUAŞERETİN ROMANLARI
aslı güneş
İSLAMCI KADININ MÜCADELESİ: BİR ÇIKMAZDA KAYBOLMAK
müge karahan
İRAN İSLAM CUMHURİYETİ İLKOKUL DERS KİTAPLARINDA KADIN TAHAYYÜLÜ
güliz aydın kendirci
TUNUS’TA MODERNLEŞME VE KADIN
çiçek coşkun
CAMİDE KADININ YERİ YA DA YERSİZLİĞİ
hülya alper

KÜLTÜR SANAT
PERSEPOLİS’İN DEVRİMİ
müge karahan - mert tokur

PORTRE
FİLİSTİN DİRENİŞİNİN BARIŞ ELÇİSİ: MAHMUD DERVİŞ
turan kışlakçı

KİTABİYAT
BUTLER’IN CİNSİYET BELASI
irem yılmaz

Editörden- Sayı 7 (Kadın: Direniş ve Tahakküm)


doğudan okurlarına merhaba,

doğudan dergisi olarak bundan tam bir yıl önce, ‘Doğu’ denilen bölgeye yönelik ülkemizdeki ilgi ve bilgi eksikliğinden, bunun temelindeki kimi zaman ırkçılığa varan egemen söylem ve tutumlardan rahatsızlık duyduğumuz için; böyle bölünmelerin halkların mücadelesine verdiği zararın bilincinde olarak kapitalist sistemin bölgede yarattığı tahribata ve deneyimlerimizin ortaklığına dikkat çekmek amacıyla yola çıktık. Eleştiri her zaman bir özeleştiriyle başlamalıdır şiarıyla kapitalizm ve emperyalizmi eleştirirken bir yandan da bölgenin yerel/geleneksel sorunlarına ışık tutacağımızı ve bunlara çözümler arayacağımızı duyurduk. Bu amaçlarla Türkiye’den Doğu’ya bakışlar; Direniş; İran; Devlet ve Demokrasi; Kapitalizm ve Emperyalizm; Neoliberalizm ve İdeolojiler dosyalarını hazırladığımız bir yılı geride bıraktık.

İkinci yıla toplumsal cinsiyet, cinsiyetçilik, ataerki ve bunlarla bağlantılı sömürü mekanizmalarını dikkate alarak ‘kadın sorunu’nu tartıştığımız, “Kadın: Tahakküm ve Direniş” başlıklı dosyamızla giriyoruz. Bu sayıda insanlığın kanayan bir yarasını; kapitalizmin yerel gelenekleri kullanarak derinleştirip içinden çıkılmaz hâle getirdiği evrensel bir sorunu irdeliyoruz.

Cinsiyetçilikten kaynaklanan toplumsal hiyerarşi ve tahakkümleri, bunların tarihselliğini dikkate alarak değerlendirmeyi, bu eksende sorunun evrenselliğini ve yerelliğini tartışmayı amaçladık. Günümüzün mevcut popüler yaklaşımlarıyla bölgedeki kadın sorununa yaklaşmanın sakıncalarının farkındayız. Bunlardan kültürel görececilik dünyayı değiştirme arzumuzu baltalarken, mevcut modernist yaklaşımlar da kültürler arası farkları göz ardı ediyor, dahası bunlar arasında hiyerarşiler yaratıyor. Biz ise sorunları, eleştiri ve sorgulama hakkımızı elimizden bırakmadan, ancak kültürel farklılıkları dikkate almayan tekçi yargılardan kaçınarak ele almaya çalıştık.

Dosyamızda hem kadınların ev içinde ve ücretli çalışmada oynadıkları özgül rolleri hem de çeşitli sömürü mekanizmaları ile bunlar için zemini hazır tutan cinsiyetçi/aşağılayıcı/ikincilleştirici yargı ve kalıpları açıklığa kavuşturacak makalelere ağırlık verdik. Genellikle önemsenmeyen, gözden kaçan veya inkâr edilen sorunları tartışma ortamına taşıyabilmek endişesi ile derlediğimiz bu sayıyla kadın sorununa sadece bir giriş yapabildik. Değinemediğimiz birçok sorun bir yana, böyle bir amaçla yola çıktığımızda en az anlama ve yorumlama kadar dönüştürmenin yolunu açabilecek bir eleştirel perspektif geliştirmenin önemini teslim etmemiz gerekir. Bu sebeple önümüzdeki sayılarda yine kadın sorununu ele alarak siyasal mücadeleye ve kadınların bu yolla dile getirdikleri taleplere de ağırlık veren yazılara yer vermeyi planlıyoruz.

“Cinsiyetçilik nasıl tanımlanabilir? Sınıfların uzantısı olmayan bir kadın sorunundan, yani farklı iktisadi-sosyal tabakalardan gelen, farklı kültürel kimliklere sahip kadınlar için ortak bir sorundan bahsedebilir miyiz?” Dosyamıza bu temel soruları tartışan, Seven Ağır’ın “Cinsiyetçiliğin Değişik Veçheleri: Ayrıcalıklı Fakat Yine de Kadın Olmak” başlıklı yazısı ile başlıyoruz. Ağır, yazısında cinsiyetçiliğin bütün kadınları bir biçimde mağdur ettiğini vurguluyor. Bununla beraber adil bir toplum arzulamadan ortak bir kadın sorunundan bahsetmenin beyhudeliğine de dikkat çekiyor. Ataerkiye karşı kadınların bir arada durma olanakları tartışmasını Kürt politik mücadelesi ve kadın hareketi ekseninde, Handan Çağlayan ile yaptığımız söyleşide sürdürüyoruz. Çağlayan’ın sorularımızı büyük bir içtenlik ve yetkinlikle cevapladığı söyleşi; hem farklı toplumsal projelerde kadına yüklenen işlevlerin evrenselliğini, hem de kadınların politik mücadeledeki aktif rollerinin hareketi ve toplumu dönüştürücü etkisini anlamamıza yardımcı olacak çarpıcı gözlemler içeriyor.

Kadın sorununu tartışırken dikkat edilmesi gereken temel bir husus da ev işinin nasıl tanımlanacağıdır. Bir tür geçimlik iş olan ev işinin çalışmadan farklılaşması, diğer işlerden değersiz sayılması cinsiyetçilikle bağlantılı bir toplumsal sorun olarak karşımızda durmaktadır. Elçin Kurbanoğlu ve Sheila Pelizzon’un (dünya sistemi perspektifine bir katkı veya içeriden bir eleştiri olarak değerlendirebileceğimiz) yazıları bu eskimeyen tartışmayı odağına alıyor. Yazarlar kadınların geçimlik çalışmasının hem kapitalist sömürünün hem de erkek tahakkümünün önemli bir unsuru olduğunu belirttikleri çalışmalarında eşitlikçi bir toplumda geçimlik faaliyetlerin de eşit paylaşılması gerektiğini vurguluyorlar.

Öte yandan, kadınlar işgücü piyasasına girdiklerinde de, erkek işçilere göre daha düşük ücretle, güvencesiz, çalış(tırıl)maktadır. Piyasaya giriş ve ayrılma süreçlerinde cinsiyete dayalı işbölümü belirleyici olmakta ve bu durum genel olarak kadınların aleyhine işlemektedir. Piyasa ilişkisinin baskın olduğu bir toplumsal ilişki biçiminde her ne kadar kadınlar ve erkekler işgücünü satarken özgür gibi görünseler de, işgücü piyasasının özneleri olarak belli bir ilişki biçimine tabiler. Bu ilişki biçiminin çözümlenmesinde aile ve yeniden üretim ilişkilerinin analize katılması ve tüm bu unsurların toplumsal cinsiyet eşitsizliği temelinde sorgulanması gerekir. Bu sorgulama kadınların işgücü piyasasındaki konumunu, işgücü piyasasının toplumsal cinsiyet ilişkilerinin yaratıldığı ve yeniden üretildiği bir alan olarak çözümlenmesini olanaklı kılar. Ve böylece ataerkil ideolojinin nasıl bir süreklilik taşıdığını görebiliriz. Sonuç olarak hem piyasaya giriş hem de piyasadan ayrılma süreçlerinde cinsiyete dayalı işbölümü belirleyici oluyor ve bu durum genel olarak kadınların aleyhine işliyor. Kadının asıl görevinin ev işleri olduğu yargısı kırılmadığı müddetçe de bu yapılanma devam edecektir. Bu çarpık zihniyete ve işgücü piyasasındaki hiyerarşilere dikkat çekmek amacıyla, dosyamızda kadının işgücünün piyasadaki ‘değer’i üzerine iki yazıya yer verdik. İlki Saniye Dedeoğlu’nun Türkiye’de kadınların istihdam edildiği hazır-giyim sanayinde toplumsal cinsiyet rollerinin ve eşitsizliklerinin, bu alanda ücretlerin düşmesine ve ihracat başarısına yaptığı katkıları ele alan makalesi. Yazar, çalışmasında, kadınların dezavantajlı bir konumdan ihracata yönelik üretime eklemlenmesini sağlayan ataerkil toplumsal cinsiyet ideolojisini irdeliyor. Feryal Saygılıgil ise özellikle serbest bölgelerdeki sömürü mekanizmalarını; Novamed’li kadınların direnişinin bize öğrettikleriyle birlikte değerlendiriyor. Novamed direnişi tabandan örgütlenmenin önemini bize bir kez daha gösteriyor.

Kadınların direnişi konusunu, mücadelede dikkat edilmesi gereken noktalar ve kadın hareketinin uluslar arasılaşması boyutunun incelendiği iki yazıyla sürdürüyoruz. Afganistan ve Irak’taki işgalleri ve yağmaları zımnen destekleyen, bunu Müslüman kadınların geleneklerden kurtarılması için bir misyon olarak takdim eden feminist yaklaşımların eleştirisini Yıldız Ramazanoğlu kaleme aldı. Elif Ekin Akşit ise Osmanlı’daki üç tarz feminizmin uluslararası bağlantılarını konu edindiği yazısında uluslararası bağlantılarının feministlerin algılanışındaki etkisini inceliyor.

Kadınların toplumsal projeler içinde nesneleştirilmelerini ve buna karşı direnişlerini Kemalist ve İslamcı projeler bağlamında ele aldık. Aslı Güneş yazısında Kemalizmin kadınlara biçtiği edilgen rolleri, medenileşme seferberliğinde kılavuz rolü üstlenen adabı muaşeret romanlarının gösterdikleri ışığında inceliyor. Müge Karahan ise İslamcı projede de kadınların eyleyen değil de nesne olarak kabul edilmelerini direnişe yol açan bir etken olarak vurguladığı yazısında, İslamcı aydın kadınların kendi sözlerini/seslerini duyurmaya çalıştıkları eserlerini inceliyor.

Bütün bu tartışmalara ek olarak, cinsiyetçiliğin tezahürlerine daha yakından bakmak amacıyla İran ve Tunus gibi ülkelerde ve Müslümanların ibadet yerleri olan camilerde yaşanan cinsiyet ayrımcılığına dikkat çeken yazılara yer verdik. Güliz Aydın Kendirci’nin İran İslam Cumhuriyetinde ilkokul ders kitaplarındaki cinsiyetçiliği inceleyen makalesi, ilkokuldaki sosyalleşme yıllarından itibaren kız çocuklarına dayatılan ikincil konumu çarpıcı bir biçimde yansıtıyor. Tunus’ta modernleşme ve kadın hakları konusunda ise Çiçek Coşkun, kadın-erkek eşitliği bakımından ülkedeki gelişmelerin yasal eşitlik ilkesiyle sınırlı kaldığını, toplumun bütün kesimlerine yayılamadığını vurguluyor. Bu bakımdan yasal eşitlik ilkesini sağlamış olması nedeniyle diğer Güneybatı Asya ve Kuzey Afrika ülkelerinden ayrı bir noktada duran Tunus’ta kadınların yüksek işsizlik oranları, kamusal alanlarda yaşadıkları sorunlar, toplumun özellikle alt kesimlerinde yer alan kadınların bu sürece yeterince dahil olamadıklarını göstermektedir. Dosyamız, Hülya Alper’in camilerde kadınların karşılaştıkları ayrımcılığı ve kaba davranışları eleştirdiği makalesiyle son buluyor.

Dosya haricinde Kültür-Sanat, Portre ve Kitabiyat bölümlerimizde birer yazıya yer verdik. Müge Karahan ve Mert Tokur yazılarında günümüzün popüler çizgi roman/filmi Persepolis’i mercek altına alıyor. Portre bölümünde, yakın zamanda kaybettiğimiz önemli bir ismin, Filistinli şair Mahmud Derviş’in mücadelesini Turan Kışlakçı’nın kaleminden aktarıyoruz. Kitabiyat bölümünde ise, İrem Yılmaz, feminist eleştirinin bir başucu eserini, Judith Butler’ın Cinsiyet Belası adlı kitabını bizler için inceledi. Son olarak, gündemdeki gelişmeleri bu dönemde adaleti unutmamamızı talep eden Mehmet Bekaroğlu’nun kaleminden okuyacağız.

İsrail’i mercek altına alacağımız 8. sayımızda buluşmak dileğiyle...


(KİTABİYAT) Judith Butler- Cinsiyet Belası: Feminizm ve Kimliğin Altüst Edilmesi


İrem Yılmaz


Cinsiyet Belası, feminist kuram, felsefe ve güncel siyaset alanlarında pek çok çalışması bulunan, şu an California Üniversitesi Retorik ve Karşılaştırmalı Edebiyat bölümünde profesör olarak görev yapan Judith Butler’ın hem feminist eleştirinin hem queer[1] teorinin çok geçmeden başucuna yerleşen, belki de en önemli kitabı. Yazımından 10 yıl sonra, 1999’da, yayımlanan ve neredeyse bir o kadar süre sonra da Türkçeye çevrilen Cinsiyet Belası’nda Butler, temel olarak toplumsal cinsiyet ve doğrudan ilişkilendirildiği cinsiyet, arzu ve cinsellik temaları etrafında iktidar, temsil, söylem ve yasa(ğ/)yı sorguluyor. Metin kaynağını, feminist kuram, psikanaliz ve feminizm ilişkisi, Monique Wittig’in çalışmaları, Michel Foucault’nun ve Freud’dan Lacan’a, Beauvoir’dan Irigaray’a pek çok başka düşünürün de, eserleri kadar Butler’ın kendi deneyimleri, gey ve lezbiyen hareketlerle süregelen ilişkisi, kısaca etik ve siyasi tavrından alıyor. Kitap, Cinsiyetin/Toplumsal Cinsiyetin/Arzunun Özneleri; Yasak/Psikanaliz ve Heteroseksüel Matrisin Üretimi; Altüst Edici Bedensel Eylemler olmak üzere üç ana bölümden oluşuyor. Bu bölümler, birbirinden farklı söylemsel alanlarda toplumsal cinsiyet kategorilerinin ve bu alanların meşrulaştırıcı pratiklerinin (örneğin, yasa, eşcinsellik tabusu, ensest tabusu, akrabalık ilişkileri, uygun ve uygunsuz dişillik ve erillik idealleri, aseksüel bir konum olarak lezbiyenlik) eleştirel bir soykütüğünü çıkarıyor.

Görme ve deneyimleme biçimlerimizi belirleyen, çağdaş hukuki çerçevelerin doğurduğu, doğallaştırdığı ve sabitlediği kimlik kategorilerini, (Foucault’nun ışığında) her daim baskıcı, dışlayıcı ve düzenleyici rejimlerin bir denetleme ve kontrol aracı olarak yorumlayan Butler, ayak bağı saydığı herhangi bir kimlik etiketini (kadın, lezbiyen gibi) üstlenmeyi reddetmiyor. Ancak, metin boyunca bu etiketlerin tam olarak neyi, neye, niye ve nasıl işaret ettiklerine bir yanıt arıyor. Böylece ‘ayak bağı’ sıfatını bütün boyutlarıyla açıklığa kavuştururken, başa bela olan toplumsal cinsiyet kategorilerini ‘belaya uğratmanın’ da yolunu açmaya girişiyor. Bu minvalde, toplumsal cinsiyet hiyerarşisini ve zorunlu heteroseksüelliği destekleyen toplumsal cinsiyete yönelik yaklaşımları ortaya koyuyor. Bu çerçevede, feminizmin öznesi olarak kadınların statüsünü ve cinsiyet-toplumsal cinsiyet ayrımını yeniden değerlendiriyor. Daha demokratik ve kapsayıcı bir nitelik kazanması gerektiğini düşündüğü feminizme yönelik eleştirilerini dile getiriyor.

Butler feminizm eleştirisini onu Foucault’nun iktidar kuramı ve Althusser’in ‘interpellation’[2] kavramı temelinde, ‘temsil’ ve ‘özne’ olguları üzerinden irdeleyerek yapıyor: Feminist kuram siyasete dâhil olmak için ‘temsil’e ihtiyaç duyar. Siyasallaşmak, temsile kavuşmak için ise ‘özne’ olmak gerekliliği vardır. Öte yandan özne olmak, yasaya tabi olmak demektir: Özneliğin koşulu iktidar tarafından tanınmadır. Bu, iktidarı tanımayı, yani hükmünü kabul etmeyi ve kendini iktidara tanıdık kılmayı, yani iktidarın özneyi mümkün kıldığı koşullara uymayı gerektirir. Bu şekilde, yasaya tabi olarak iktidar sisteminde temsil hakkı kazanan özneler, sonrasında yasanın dayandığı iktidar sistemleri tarafından üretilir. İktidar yasa(k)larla özneleri kısıtlamak, düzenlemek, denetlemek ve ‘korumak’la kalmaz, kendisine tabi olan özneleri yeniden biçimlendirir ve üretir. Yani iktidar aynı zamanda hem baskıcı hem üretkendir. Bu analiz doğrultusunda Butler, ‘feminist özne’nin, kendisine görünürlük ve meşruiyet sağlayarak kurtuluşunu kolaylaştıracağı düşünülen siyasi sistemin temsiliyet politikasının söylemsel ‘ürün’ü olduğu sonucuna varır. Dahası, bu sistemin toplumsal cinsiyetli ya da eril özneler ürettiği kabul edildiğinde, ‘kadınlar’ için görünen, kurtuluştan ziyade bir kısır döngü olacaktır. Bu durumda da, feminizmin öznesi olarak kadınlar sorunu, belki de yasa önünde durup yasa içinde ya da yasa tarafından temsil edilmeyi bekleyen bir öznenin aslında var olmadığı olasılığını ortaya koyar.

Butler için, temsil ile ilgili diğer önemli nokta, bizzat ‘kadınlar’ kategorisi ile ifade edilen öznenin varsayılan evrenselliğinin teşkil ettiği sorunlu haldir. Feminizm, temsili siyasetin gereği olarak istikrarlı bir özneyi dile getirmek zorunda kalır: kadınlar. Ancak, kimlik siyaseti zorunlu olarak sınırlıdır. Zira birileri özneyse ve iktidarsa mutlaka başka birilerini dışlamak suretiyle kurulmuştur bu. Tutarlılığın inşası heteroseksüel ve aynı zamanda biseksüel, gey ve lezbiyen bağlamlarda bol bol bulunan toplumsal cinsiyet süreksizliklerini -toplumsal cinsiyetin ille de cinsiyetten kaynaklanmadığını, arzunun veya daha genel olarak cinselliğin de toplumsal cinsiyetten kaynaklanmadığını, bedensel işaretlenmenin bu boyutlarının birbirini yansıtmadığını- gizler. Butler, feminizmin ‘kadınlar’ kategorisinin ortak bir kimliği temsil ettiğini varsaymaması gerektiğini, siyasallaşmak üzere kullandığı kimlik kategorisinin, bütünlük adına konuşarak, kendi içinde dışlayıcı toplumsal cinsiyet normları oluşturacağını, dolayısıyla muhalefet ettiği iktidarın bir aracı haline gelme tehlikesi taşıdığını söyler. Zira ‘kadınlar kategorisini tutarlı ve istikrarlı bir özne olarak inşa etmek, toplumsal cinsiyet ilişkilerini istemeyerek de olsa düzenleyip şeyleştirmek anlamına gelecek, birtakım tahakküm ve dışlama ilişkileri kaçınılmaz olarak sürdürülecektir’. Butler temsilin, ‘kadınlar’ öznesi hiçbir şekilde varsayılmadığında ya da öznenin kapsamı genişletildiğinde anlam kazanacağını söyler. Dolayısıyla, Butler toplumsal cinsiyete yönelik feminist sorgulamayı (cinsiyet kategorisini ve ikiyle sınırlanmış toplumsal cinsiyet anlayışını) sorunlu bulur ki bu anlamda feminizmin heteroseksüelliğinin eleştirisini yaptığı da söylenebilir. Çünkü cinsiyeti ve toplumsal cinsiyeti iki ile sınırlandıran feminizm anlayışı, bu kimliklerin doğrudan bedensel/biyolojik özelliklerden geldiği varsayımını bir bakıma kabul etmiş olur. Böylece, feminist siyaset için temel nitelikte oldukları varsayılan kimlik kategorileri feminizmin açacağı kültürel imkânları önceden sınırlar ve kısıtlar.

Butler ise, biyolojik farklılıkları reddetmemekle birlikte, hangi şartlar altında, hangi söylemsel ve kurumsal koşullar altında belli bazı biyolojik farklılıkların cinsiyetin belirleyici özlellikleri haline geldiğini, kimi cinsel pratiklerin nasıl ve neden ‘kadın nedir, erkek nedir?’ sorusunu uyandırdığını sorar. Cinsiyeti de toplumsal cinsiyet gibi bireysel/bedensel bir nitelik değil bir ilişkiler ağı olarak tanımlayarak cinsiyet ile toplumsal cinsiyet arasındaki ilkinin biyolojik ikincisinin kültürel olduğu yönündeki ayrımı çürütür. Cinsiyet ve toplumsal cinsiyet arasında ardıl bir ilişki olduğu kabulünü, toplumsal cinsiyetli hayatta ‘mümkün’ün sınırlarını çizenin edimlerimiz olduğunu öne sürerek sorunsallaştırır ve reddeder. Kimliklerimiz, cinsiyetli ya da değil, kendiliğinden otantik bir öz ifade etmez, performanslarımızın bir sonucudur -nedeni değil- der. Ancak toplumsal cinsiyete yönelik sınırlar ve doğallaştırılmış bilgi, kültür içinde hayal edilebilir ve gerçekleştirilebilir toplumsal cinsiyet ve cinsellik biçimlerini ikili kısıtlamalarla (dişil-eril) belirler ve önler. Cinsiyet kategorisi ve ikiye bölünmüş cinsiyet toplumsal cinsiyetlendirmenin temel varsayımıdır ve cinsiyeti yöneten yasa, toplumsal cinsiyeti ve arzuyu da yönetir. Butler’ın, Gayle Rubin’den alıntıladığı şu kısım tespiti iyice netleştirir: “toplumsal cinsiyet yalnızca bir cinsiyetle özdeşleşme değildir, aynı zamanda cinsel arzunun öteki cinsiyete yönlendirilmesini gerektirir. Cinsel işbölümü toplumsal cinsiyetin her iki tarafında da rol oynar -onları erkek ve kadın olarak, dahası heteroseksüel olarak yaratır.” Yani deneyim söylemsel olarak şartlanmıştır, cinsiyet daha başından, yeni doğmuş bir bebeğe ‘kız’ ya da ‘oğlan’ denildiği andan itibaren, bedenin toplumsal varoluşunun koşullarını belirler. Bu noktada Butler biyolojik cinsiyetin iki ile sınırlı olduğu verisi doğal kabul edildiğinde bile, toplumsal cinsiyeti iki ile sınırlandırmak için hiçbir sebep olmadığını savunur. Toplumsal cinsiyet ile işaretlenmeden evvel bedenlerin varoluşları isimsizdir. Beden, toplumsal cinsiyet, ırksallaşma, bir sınıfa ait olma, v.b. den önce anlam ifade eden bir varoluş değildir. Kimliği istikrarlı ve idrak edilebilir kılan, cinsiyet, toplumsal cinsiyet ve cinsel pratik ve arzu arasındaki tutarlılık ve sürekliliktir. Bu doğrultuda, cinsiyet tanımı itibarı ile aslında hep toplumsal cinsiyettir.

Toplumsal cinsiyet, kemikleşmiş bir düzenleyici çerçeve içinde tekrar edilen bir dizi ‘izin’ ve tabudan oluşan edimler ve bu edimlerle bedenin tekrar tekrar stilize edilmesidir. Çünkü iktidar, iki ile sınırladığı toplumsal cinsiyetlerden biri ile ve onun normlarıyla özdeşleşmeyi dayatır. Bu edimler zamanla birleşir ve bedeni görünür kılan (sadece toplumsal cinsiyetin ‘kadın’ ya da ‘erkek’ olarak işaretlendirdiği bedenler insan olarak geçerlidir) bir çeşit doğal varlık görünümü üretir. Yani cinsiyet, evrensel bir kimlik değil, sebep olduğu iddia edilen davranışları performatif olarak an be an kuran bir performanstır der Butler. Kendisini tekrarla pekiştiren, sağlamlaştıran, sürekli olarak yeniden üreten heteroseksist iktidar rejimlerini baltalamak için tekrarın kendisini durdurmaktan ziyade (ki durdurulamazdı), kimliğin düzenleyici pratiklerini tartışmaya açacak farklı bir tekrarın olasılığını ve niteliğini öne çıkarır ve sorgular. Butler, Taklit ve Toplumsal Cinsiyete Karşı Durma (2007: 33) adlı bir başka kitabında bunu şöyle açıklar: Eğer iktidarın pürüzsüz bir heteroseksüel kimlik yanılsaması yaratmasının yolu ‘tekrar’sa, eğer heteroseksüellik kendi tekbiçimlilik ve kimlik yanılsamasını yerleştirmek için ‘kendini tekrarlamak’ zorunda kalıyorsa, öyleyse bu, sürekli risk altında olan bir kimliktir; öyle ya, kendini tekrarlamayı başaramazsa, ya da tekrarlama tecrübesi çok farklı bir uygulama ve temsil etme amacıyla başka bir yöne kanalize olursa ne olur? Tekrara ihtiyaç duyulması kimliğin kendisiyle özdeş olmadığının bir işaretidir; dolayısıyla yeniden yeniden kurumsallaştırmayı gerektirir, yani her zaman kurumsallığının yitirilmesi riskiyle yüz yüzedir.

Bu tespitten hareketle Butler, ancak toplumsal cinsiyetli görünümüyle idrak edilebilen özne anlayışının, toplumsal cinsiyet yapılarını kuran çeşitli şeyleştirmelerin zorla engellediği imkânlara nasıl yer açabileceğini araştırır. Cinselliğin altüst edici çokluluğunu bastıran cinselliğin ikili düzenlenmesi, heteroseksüel hegemonya, üreme hegemonyası ve tıbbi-hukuksal hegemonyaya karşı önerisi, onu performativite yoluyla kesintiye uğratmaktır; zira toplumsal cinsiyetli özne düzenlenmiş bir tekrarlama sürecinin sonucudur. Burada, kesin çözüm niteliğindeki bir pardigma değil, bir performativite örneği olarak ‘drag’i sunar. Drag, karşı cinsle bağdaştırılan kıyafetleri bir tür performans olarak, teatral etki yaratmak amacıyla giyme edimidir ve Butler’a göre ‘gerçekliğin’ genelde varsaydığımız kadar sabit olmadığını ortaya koyan bir örnektir. Butler bu örnekle toplumsal cinsiyet ‘gerçekliğinin’ zayıflığını teşhir ederek toplumsal cinsiyet normlarının icra ettiği şiddete karşı koymayı amaçlar. Drag, toplumsal cinsiyeti taklit ederek, toplumsal cinsiyetin taklide dayalı yapısını (çocuklar cinsiyetli olmayı ‘örnek alarak’ öğrenirler ve hiç unutmamaları için gereklerini hayatları boyunca yerine getirmelidirler), onu parodileştirip ‘taklit’ ile orjinal’ arasındaki ilişkiyi sorunsallaştırarak ortaya çıkarır. Bu taklit orjinalin anlamını yerinden eder. Bu durumda, ‘normal’, ‘orjinal’ olarak nitelendirilen aslında mümkünsüz olan bir idealin kopyasıdır. Drag, yeni toplumsal cinsiyet imkânlarını ortaya koyarak idrak edilebilirliğin alanına meydan okur.

Butler şöyle der, toplumsal cinsiyetin iç hakikati eğer bir uydurmaysa ve ‘hakiki’ toplumsal cinsiyet bedenlerin üstüne kurulan ve işlenen bir fantaziyse, toplumsal cinsiyetler ne hakiki ne de sahte olabilirler. O zaman, toplumsal cinsiyet esas hali bulunmayan bir öykünme, gerçek sanılan, beklentiler ve belli bazı bedensel eylemler üzerinden üretilen, ısrarlı bir taklit biçimidir. Kimi cinsiyetli ifadeler yanlış/türev kimileri doğru/hakiki ve orjinal sayılamaz. Bedenler ve cinsellikler, cinsiyete başvurmaksızın yeniden düzenlenebilir ve düzenlenmelidir.

Butler, Cinsiyet Belası’yla, doğal bir zorunluluk görünümü yaratan edimleri, “her şeyden önce bir yasağın içselleştirilmesi” olan toplumsal cinsiyet kimliğini teşhir etmeye girişiyor; bedenlerin, cinsiyetin, toplumsal cinsiyetin ve arzuların doğallaştırılmasını sağlayan kültürel idrak çerçevesini çatlatarak, ‘imkânsız’, okunaksız/idrak edilemez, gerçekleştirilemez ve gayrımeşru olan için ve en azından kendi adına, bir ‘imkân yaratmayı’ amaçlıyor. Bir kitabın dayatıcı söylemin gramerini dağıtıp dağıtamayacağı meçhul, ancak bu metnin mümkün olanı yeniden düşünmeyi sağladığı ve normlara uymadıkları için yaşam içinde ölüme mahkûm edilenler için bu imkânın önemi de bir o kadar gerçek. Kendisinin de belirttiği gibi, kuşkusuz bu ‘imkân’ tek başına siyasi bir devrim olamaz, ancak insanın neyin mümkün ve gerçek olduğuna dair görüşlerinde köklü bir değişim olmadıkça siyasi bir devrim zaten mümkün değildir.

Bu yazıyı yazmam da yardımcı olan tamamlayıcı bir okuma önerisi:
Direk, Zeynep. 2007. “Judith Butler: Toplumsal Cinsiyet ve Bedenin Maddeleşmesi”. Cinsiyetli Olmak: Sosyal Bilimlere Feminist Bakışlar içinde, drl. Zeynep Direk. İstanbul. Yapı Kredi Yayınları

[1] En basit tanımıyla, normal, meşru, baskın olana ters düşen her şey anlamına gelir. LGBTT (Lezbiyen, Gey, Biseksüel, Travesti ve Transeksüel) bireyler için kullanılan aşağılayıcı bir sözken eşcinsel ve trans hareketin özellikle daha genç kesimi tarafından sahiplenilmiş ve olumlu bir anlamla kullanıma girmiştir. Eşcinsel, biseksüel, travesti, transeksüel ve cinselliklerini hegemonik heteroseksist normların dışında deneyimleyen heteroseksüelleri kapsayan şemsiye bir tanımdır.
[2] Özneyi toplumsal olarak inşa eden, iktidarın/yasanın otoritesi tarafından çağrılmasıdır. Polis ‘hey, sen!’ dediğinde, seslendiğine karşı yasayı temsil etmekle kalmaz, aynı zamanda seslendiği kişiyi yasaya tabi kılar. Polisin hitabı korkutur, cezalandırmakla tehdit eder, fakat çağırdığını, tehdit ettiğini bir özne olarak kabul eder. Özne, baskı altına alınıp denetlendiğinde toplumsal ve hukuki açıdan kurulmuştur (ve tam tersi).


doğudan, sayı 7 (Eylül-Ekim 2008)

(PORTRE) Turan Kışlakçı- Mahmud Derviş: Filistin Direnişinin Barış Elçisi


Filistin’in dünyaca tanınan ünlü direniş şairi Mahmud Derviş, 9 Ağustos 2008’de kanser tedavisi için gittiği ABD’de hayatını kaybetti. Filistinlilerin üç asırdır yaşadığı ettiği tüm acılara birebir tanıklık eden Derviş, vatansever bir ozan ve hak savaşçısıydı.

Daha küçük yaşlardan itibaren kaleme aldığı şiirler ile Filistin halkının çektiği acıların ve vicdanlarının aynası olmayı başardı. Şiirleri, çağdaş Arap şiirinde zirve şiirler olarak kabul gördü. Bilgeliği ve evrensel yönüyle de tanınan Derviş, Filistin’in mücadelesine desteği açısından 2003 yılında yitirdiğimiz Edward Said’e çok benziyordu.

Mahmud Derviş, şiirlerinde ve nesir şeklinde kaleme aldığı tüm yazılarında, Filistin’in mücadelesini anlattı, halkının sürgün acılarına dikkat çekti. Derviş, halkının acıları kadar İsrailli işgalcilere karşı direnişini de yazdı. Daima Filistin halkının, İsrail politikalarına ve topraklarının işgaline karşı gür sesi oldu.

Vatansever ve devrimci bir ruha sahip olan Derviş, Filistin’in kurtuluşu uğruna verdiği mücadelede hiçbir uzlaşma ve tavizi kabul etmeye yanaşmadı. Arap yönetimlerinin uzlaşmacı tavrını kınadı ve onları Filistin mücadelesine zarar vermekle suçladı. Bu nedenle 1993 Oslo Barış Görüşmeleri’nde Yaser Arafat’ın uzlaşmacı tavrının İsrail yararına olduğunu ileri sürerek Filistin Kurtuluş Örgütü’nden istifa etti.

Derviş’in birçok şiiri, ünlü Arap sanatçılardan Marcel Khalife, Macide er-Rumi ve Ahmed Qa’abur tarafından bestelendi. Özellikle Marcel Khalife tarafından yorumlanan şiirleri, Filistin’in sesini dünyaya duyurdu. En çok bilinenleri; “Rita”, “Celile’de Kuşlar Ölüyor” ve “Annemin ekmeğine hasretim”dir. Bu besteler, en az iki Arap neslinin marşları haline geldi. Filistin Ulusal Marşı da, (Neşid el-İntifada) onun şiirlerinden biridir.

Derviş, 13 Mart 1941 yılında Filistin’in sahil kenti Akka yakınındaki el-Celile şehrine bağlı el-Birva köyünde dünyaya geldi. İsrail devleti kurulduğunda birçok Filistinli gibi Derviş için de sürgün hayatı başladı. 1947 yılında köyünü terk ederek Lübnan dağlarını aşıp Beyrut yakınlarındaki mülteci kamplarında yaşamaya başladı. 1949 yılında imzalanan geçici bir anlaşma ile döndüğü köyünde gördüğü manzara karşısında dehşete kapıldı. 1948 yılındaki meşhur en-Nakba (Felaket) olayında köyleri yerle bir edilmişti. Derviş’in küçük yaşta deneyimlediği bu felaket, ilerde şiirlerinde yer alacak kadar onu derinden etkiledi.
Şiir yazmaya, iki kilometre uzaklıktaki okuluna yürüyerek gittiği ilköğretimi döneminde başladı. Şiirlerini okul arkadaşlarına ve öğretmenlerine okuyarak ilk ününü sağladı. İlk şiirlerinin yayımlanma sürecinde, “el-ard” (Toprak) cephesinde etkinlik gösterdi.
Mahmud Derviş, liseyi bitirdikten sonra İsrail Komünist Partisi’ne katıldı. Derviş, işgal altındaki Hayfa’da “el-İttihad” gazetesi ile “el-Cedid” dergisinin yazı işleri müdürlüklerini yaptı. Yazılarından ve şiirlerinden ötürü çok kez hapse atıldı. Hatta, şiirlerinin büyük kısmını hapiste yazdığı söylenebilir. Mahmud Derviş 1970’te sürgüne gönderildi. 1983-1987 yılları arasında Kıbrıs Rum Kesimi’nde yaşadı. 1988-1995 yılları arasında Paris’te yaşadı. Daha sonra bir gazeteci olarak Kahire’de el-Ahram gazetesi için çalıştı, Filistin Araştırma Merkezi’nin müdürlüğünü yaptı.

1982 yılı Eylül ayında Sabra ve Şatilla’da yaşanan katliamın ardından yazdığı “Beyrut Kasidesi” ile 1984’te Sovyetler Birliği’nde Lenin ödülünü aldı. 2003’te Uluslararası Nazım Hikmet şiir ödülüne layık görüldü. Adı, 2006 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’nün önde gelen adayları arasında geçen Derviş, lirik örnekler gösteren şiirinde, geniş bir insanlık tarihi ve coğrafyasını konu edindi.
Filistin’in müteveffa lideri Yaser Arafat’ın 1974’te BM’de yaptığı ünlü konuşmayı Derviş kaleme aldı: “Bugün bir zeytin dalını ve özgürlük savaşçısının silahını taşıyarak geldim. Zeytin dalının elimden düşmesine izin vermeyin.” 15 Kasım 1988 yılında Cezayir’de ilan edilen Bağımsız Filistin Devleti’nin ilan metnini de o kaleme almıştı.

Şiirleri 30’a yakın dile çevrilen Mahmud Derviş, hayatını kaybetmeden önce Beyrut’ta oturmakta ve burada yayımlanan “Şuuru Filistiniye” dergisini çıkarmaktaydı.

Türkiye’de Filistin âşıkları onu Zeytin Ağacının Yaprakları, Filistinli Sevgili, Gece’nin Sonu, Uzak Bir Sonbahar’ın Hafif Yağmuru, Celile’de Kuşlar Ölüyor, Düğünler, Uykudan Uyanıyor Sevgilim, Yedinci Deneme ve Beyrut Kasidesi adlı kitapları ile tanıdı.

9 Ağustos’ta 67 yaşında gözlerini yaşama yuman Derviş, evrensel kişiliği ile sadece Arap dünyasında değil tüm dünya için büyük bir kayıptır.

Acımız büyük!...

++++++++++++++++++++++

KİMLİK KARTI

Mahmud Derviş

Yaz bakalım! Ben Arabım
Kimlik numaram elli bin
8 çocuğum var
9'uncusu bir yaz sonra geliyor. Kızdın mı?
Yaz bakalım!
Ben Arabım
Amele dostlarımla bir taşocağında çalışırım
8 çocuğum var
Ekmeklerini
Elbiselerini, kitaplarını
Taştan çıkarırım
Kapınızdan sadaka dilenmem
Asla küçülmem
Evlerinizin eşiklerinde
Ne o? Kızdın mı?
Yaz bakalım!
Ben bir Arabım
Adım var sanım yok
Her şeyin olduğu bir ülkede sabırlıyım
Öfkeli insanların ülkesinde
Köklerim
Zamanın doğuşundan da öncedir
Çağların açılmasından da önce
Servi ağaçlarından, zeytinlerden önce
Çimen boy vermeden önce
Babam ... Kara sabanın soyundan gelir
Seçkin bir sınıftan değil
Büyük babam ... rençberdi
Hesapsız ... nisabsız!
Okuma yazmadan evvel, güneşin yüksekliğini öğretti
Evim, bekçi kulubesi misali
Çalıdan ve kamıştan
Nasıl buldun statümü?
Adım var lakabım yok
Yaz Bakalım! Ben arabım.
Dedelerimin meyveliklerini çaldın
Ekip biçtiğim toprağımı
Benim ve cümle evladımın
Bize bir şey bırakmadın ...
Cümle ahfadıma
Bir tek şu kayalar kaldı
Onu da mı alacak
Hükümetiniz ... Söylendiği gibi?
Öyleyse!
Yaz bakalım ...
Sayfanın ta başına
Ben insanları aşağılamam
Taciz de etmem
Amma ... Bir acıkırsam
Hırsızımın etini dahi yerim
Sakın .
Sakın .
Benim açlığımdan
Ve gazabımdan…

doğudan, sayı 7 (Eylül-Ekim 2008)

(KÜLTÜR-SANAT) Mert Tokur ve Müge Karahan- Persepolis'in Devrimi


Egemenlerce yazılan tarih kurgusunda kadınların imzaları belirsiz ve etkileri azdır. Kadının tarih içinde sesini duymak zor olsa da tarih kadın üzerinden konuşulmaktadır. Bazı örneklerde de kadınlar, kendilerine verilen görevler bağlamında tarih yazımına katkıda bulunurlar ama bununla bile nesne olarak içerilmekten kurtulamazlar. Persepolis, bu bağlamda bir kırılma yaratarak tarihi kadının gözünden çizmiştir ve yazar kendi iradesiyle kalemi eline almıştır. Bu bağlamda yazar, görevi uğruna tarih aktarmaya kalkmaz; tarih yazımına doğrudan katkıda bulunur.

Marjane Satrapi'nin anlatısının odağında İran 1979 Devrimi bulunur. Satrapi’nin hikâyesinde İran Devrimi, Türkiye içinde gerçekleşen bir tartışmanın da göbeğine oturmuştur. Uzun bir süre şeriat korkusunun ifadesi olan devrim, en çok kadının konumu üzerinden tartışılmıştır. Bu tartışmanın somut karşılığı da türban olagelmiş ve Türkiye'de türbanın nerelerde kullanılabileceği mevzusu da rejim sorunu haline gelebilmiştir. Türban bir özgürlük mü yoksa bir baskı aracı mıdır? Bu sorunu bir rejim sorunu olarak değil, kadınların bir sorunu olarak ele almak gerekir... Kadının özgürlüğünün soyut bir mesele olarak ele alınması, kadının gündelik hayatta özgürleşmesinin önüne geçer. Tartışılması gereken, kadının gündelik olarak yaşadığı özgürleşmeler ve tabi olduğu baskılar, denetimlerdir. Rejim açısından teorik ve ideolojik olan bu sorun, kadının yaşamı bağlamında pratik ve hayati bir meseledir. Özgürlük bir temsil sorunu değil, var olma sorunu olarak ele alınmalıdır. Sorunu böyle ele alarak, kadının siyasi bir sembol gibi kullanılmasının önüne geçilebilir.[1] Bir tarafta kadın üzerinden rejim sorununu tartışan adamlar (din adamları, devlet adamları, bilim adamları, rektör adamlar ve olaya kendi sorunları olarak değil, rejim sorunu olarak yaklaşan kadınlar) diğer taraftaysa kendi hayatlarını, korkularını, isteklerini tartışan kadınlar bulunur. Bu tartışmanın gerçek ve dolaysız muhatabı kadınlardır ve onların sesine kulak vermeyen tartışmalar özgürleşmenin önünü açmak yerine, egemenlerin yeniden-konumlanmasına yol açar. Satrapi, tarihi bir anın içinden kadın olarak konuştuğu için resmi tarihin içinde bir çatlak oluşturur.

Satrapi’nin hikâyesi ailesinin tarihini de içine alır. Marji küçükken dedesinin prens olduğunu öğrendiğinde gururla karışık bir sevinç yaşar ve annesiyle büyükannesinin anılarını dinlemek üzere kulak kesilir. Okuyucular/izleyiciler hem bir ailenin hem de bir ülkenin tarihini küçük bir çocuğa anlatılanlar aracılığıyla öğrenir. Satrapi’nin anlatımında kendisinden ayrı iki kadın daha öne çıkmıştır. Ninesi ve annesi, hem Marji ile ilişkileri bağlamında hem de kadın olarak gerçekleştirdikleri mücadeleleri ve direnişleri bağlamında hikâyenin içinde görünür bir biçimde konumlanmışlardır. Hikâyeyi en basit ayrıntısına kadar (kişisel ve tarihsel bağlamda) çizen, kadının gözüdür ve bu nedenle de Persepolis tam anlamıyla bir kadın filmi/romanıdır. Bu sayede İran Devrimi'ne bakmak, hem de kadının gözüyle bakmak mümkün hale gelir.

Satrapi'yle birlikte devrime dar bir pencereden bakarız ki pencere gerçekten baktığımız, müdahil olamadan bakmamızın önünü açan bir çerçevedir. Dolayısıyla Satrapi ile birlikte, devrime korkular veya isteklerle kurulan tevatürler üzerinden değil gerçekten bakarız. Bu pencereden görülenler ise, Satrapi'nin kendi deneyimleri olduğu kadar ailesinin ona miras bıraktığı deneyimlerdir. Böylece bu dar pencereden tarihin en önemli anlarından birine tanıklık edilir. Pencerenin darlığı, Satrapi'nin düşüncelerinden veya dargörüşlülüğünden kaynaklanmaz. Aksine Satrapi başkalarının hikâyesini de kendi hikâyesine katabilen geniş bir görüşe sahiptir. Pencerenin darlığının nedenleri, daha ziyade Satrapi'nin konumlanmasıyla ilgilidir. Bu konumlanış, ailenin muhalif geleneği kadar, hali vakti yerinde bir aile olmalarına da bağlıdır. Satrapi genişgörüşlülüğü ve başkalarının hikâyelerini de kendi hikâyesine katabilmesi sayesinde bu konumu(nu) bir çelişki olarak yansıtabilmiştir. 6 yaşındayken, hizmetçileriyle aynı masada yemek yemiyor oluşlarından ve cadillac marka arabalarından rahatsızlık duyması da bunu gösterir.

Konumlanışı itibariyle Satrapi, devrimi sırf ideolojik bir dönüşüm olarak ele aldığında yanılır. Satrapi'nin devrimciliğe tutunduğu nokta aile yakınları ve adaletsizlikten rahatsız oluşudur. Satrapi'nin anlatısı içinde devrimle başka bir nokta üzerinden temas kuramayız. Devrimin öncesinde görülmeyen İslamcılar, devrimden sonra birden ortalığı ele geçirmiş gibidir. Devrim arifesinde devrimcileri sahipleniriz. Devrimin sonrası, Satrapi ailesinin devrimci dostları için de müjdeli bir haberdir. Bu süreçte hapisten çıkan iki arkadaşları da vardır. “Şahın gittiği gün ülke, tarihinin en büyük bayramını yaşadı” derken Satrapi bayram havasında mutluluk yaşayan insanları büyük bir resmin içinde gösterir. Resimde türbanlı kadınlar ve sakallı adamlardan hiçbiri yoktur. Ancak Temmuz 1982'de bambaşka bir manzarayla karşılaşılır. Tahir amcası hasta olduğunda, karısının vize alması gerekir. Vize için izin alması gereken hastane yöneticisi, yengesinin eski temizlikçisidir. Yeni yönetici (eski temizlik işçisi), kadının tedavi için pasaport isteğini “Allah isterse düzelir” şeklinde yanıtlar. Kadın şöyle der: “Bu sersem temizlikçi bir sakal bir takım elbiseyle hastane yöneticisi olmuş! Kocamın kaderi bu temizlikçiye bağlı! Şimdi öyle dinci olmuş ki, kadınların gözlerine bakmıyor sefil salak!” Bu sözlerde, dini yobazlığa ve sınıfsal alt üst oluşa verilen tepki birbirine karışır. Bu yobaz temizlikçi, devrimin bedenidir.

Hikâye, Marji'nin İran'dan kaçmasıyla İran'ın dışına taşarak Avusturya ve Fransa'ya da taşınır. Marjane, Avusturya'da kökleriyle gerilim yaşar. Bundan sonrasında bir yanda köklerine bağlı kalma diğer yandaysa geldiği topraklara uyum sağlamanın gerilimini içinde büyütür. Avusturya'da diğer arkadaşları gibi yaşamaya başlayan Marjane, ailesinin içinde yaşadığı savaşı ve zor durumu düşünerek kendini suçlu hisseder. Marjane'ın değişiminin zorluğu onun kadınlığına da bağlıdır. Aynı şekilde bu ülkeye taşınacak bir erkek “cinsel devrim”le karşılaştığında muhtemelen bu kadar zorlanmayacaktır. Erkeğin köklerinden kurtulması kolayken kadınınki çok daha zor olmaktadır. 'Yozlaşma' kavramının en çok kadın üzerinden tarif edilmesi de bunu gösterir.

Satrapi’nin çizgi romanında, kadınsı/kadınca kaçış ve direniş yöntemleriyle karşılaşırız. Bir düzene karşı çıkmayla ona entegre olma arasındaki konumlanışların kadınsı tezahürlerine tanık oluruz. Akşamları gizliden, perdelerin ardında yapılan eğlenceler, rejime muhalifliğini birkaç saç tutamıyla gösteren kadınlar, kız arkadaşların beraberce başörtülerini çıkartıp çığlık çığlığa araba sürmeleri, Marji’nin, okula yetişmek üzere koşarken kalçaları çok belli oldu diye kendisini uyaran arabalı devrim muhafızlarına meydan okuyarak “o zaman siz de kıçıma bakmayın” diye bağırması, kaçışı ve direnişi örneklemektedir. İşin ilginç yanı, Satrapi ailesinin bu kadınsı direnişlere karşı koymak yerine bunları içine almasıdır. Öyle ki, aile Marji’nin erkek arkadaşıyla yakalanmasına, bu nedenle ödedikleri yüklü miktarda para cezasına rağmen müdahale etmez. Bunun gibi, küçük çocuklarını kız başına Avrupa'ya göndermeleri de izleyicileri şaşkınlığa uğratır. Marji’nin ülkenin dışına çıkması için özellikle annesinin ısrarcı olması, hatta kızına geri dönmeyi yasaklaması da bu bakımdan dikkat çekicidir. İran'da kadın olarak hayatı zorlaşan annenin bu tavrı, kızını aynı zorluklardan kurtarmak için yüklendiği fedakârlık olarak görünür. Bu çağrının babadan daha güçlü bir şekilde anne tarafından dillendirilmesi, ailenin koruyuculuğunu değil, kadınsı bir ortaklaşmayı işaret eder ve çizgi romandaki kadın çizgilerini daha da koyulaştırır. Bu bağlamda, Satrapi sınıfsal konumunun çelişkisini de içinde taşırken İran Devrimine kendi penceresinden bakarak kadının sesi olabilmiştir.

Satrapi, Marjane. 2007. Persepolis, Çev. Şule Çiltaş, Ankara: Minima Yayıncılık



[1] Kadın temsili, Türkiye'de başı açık cumhuriyet kadınında hayat bulurken, İran'da türbanlı kadında hayat bulur. Kadın açısından iki rejim arasında mütekabiliyet kurulabilir. İkisi de gerçekten yaşayan kadınla değil, olması gereken kadınla ilgilenmişlerdir. Kadınların özgürleşmesiyse, temsil edilmeleriyle değil, onların kendi adlarına konuşmasıyla gerçekleşebilir.


doğudan, sayı 7 (Eylül-Ekim 2008)

Sayı 6- Neo-Liberalizm ve İdeolojiler (Temmuz-Ağustos 2008)


Sayı Editörleri: Alaattin Oğuz ve Koray Büyüktuncer


GÜNDEM
ORTADOĞU’DA BARIŞ OYUNLARI
mehmet bekaroğlu

SOSYAL GÜVENLİK REFORMU VE YÜKSELEN TOPLUMSAL MUHALEFET:
ULUS-ÜSTÜ OLANA ULUSAL MUHALEFET Mİ?
serkan mercan

DOSYA: NEOLİBERALİZMİN İDEOLOJİLERİ DÖNÜŞTÜRÜCÜ ETKİSİ

NEOLİBERALİZM VE İDEOLOJİ: FETİŞİST BİR KURGU?
ali rıza güngen

NEOLİBERALİZM VE REFAH DEVLETİNİN DÖNÜŞÜMÜ
onurcan taştan

MERKEZ ÇEVRE'DEN PİYASA-İSLAM SENTEZİNE: İKİNCİ NEOLİBERAL PROGRAM VE AKP
mustafa kemal bayırbağ

DEVLET, SINIFLAR VE AKP İKTİDARI: SOL-LİBERAL SÖYLEMİN ELEŞTİRİSİ
mustafa kemal coşkun

AKP VE NEOLİBERALİZM
menderes çınar

TÜRKİYE'DE MİLİTOKRASİNİN NEOLİBERALİZMLE İMTİHANI
cem özatalay

MUHAFAZÂKAR POPÜLİZM, NEOLİBERALİZM, NEFRET SÖYLEMİ İLE AŞIRI VE
ILIMLI İSLAMCILIK AYNI POTADA NASIL ERİTİLİR: VAKİT GAZETESİ ÖRNEĞİ
onur bakır

NEOLİBERALİZM VE TÜRKİYE'DE "SOL"
aydın çubukçu

NEOLİBERALİZMİN MEŞRUİYETİ: ESNEK BİRİKİM VE
ENDÜSTRİ-SONRASI TOPLUM SÖYLEMİNDE KENT VE BÖLGE
anıl mühürdaroğlu

NEOLİBERALİZM, SENDİKASIZLAŞTIRMA: SONUÇLAR VE ARAYIŞLAR
yüksel akkaya

NEOLİBERALİZMİN 'OLAY YERİ' SİNEMA
nihal bengisu karaca

ARAŞTIRMA - YORUM
TÜRKİYE'NİN KİMLİK/AHLAK SORUNLARI ve İLAHİYAT FAKÜLTELERİ
ilhami güler

KÜLTÜR SANAT
BULAŞMAYAN ÖZGÜRLÜK
mert tokur

DOĞU'NUN BÜYÜK KAYBI: CENGİZ AYTMATOV
cem konuralp

MIRADE KİNE YA DA YAYLARIN ÇIĞLIĞI
alaattin oğuz

PORTRE
DÜNYA BANKASINDAN TEKNİK YARDIM: KARAOSMANOĞLU, ÖZAL, DERVİŞ
cem somel

KİTABİYAT
NORMAN P. BARRY’DE YENİ SAĞ SAVUNUSU
okay bensoy

BİR EKONOMİK TETİKÇİNİN İTİRAFLARI
a. nevra kırbaşoğlu

Editörden - Sayı 6


doğudan okurlarına merhaba

Neoliberalizm başlığını taşıyan altıncı sayımızı tasarlarken aklımızdan ilk geçen, neoliberalizmin ideolojiler üzerindeki dönüştürücü etkisine bakmak ve bunun üzerinden hem neoliberalizmin, hem de hesaplaşmaya giren güç dengelerinin analizine ve eleştirisine bir katkıda bulunmak oldu. Neoliberalizm Türkiye’nin son 30 yılına damgasını vurmuş; bir proje olarak sadece ekonomik dengeler üzerinde değil, ülkenin siyasî hayatında sağcı, solcu, İslamcı, tüm akımlar üzerinde etkisini göstererek bu akımların güç dengelerinde yeni konumlar almalarına yol açmıştır. Bu sayımızın amacı da neoliberalizm projesinin siyaset ve ideolojiler üzerindeki sarsıcı etkisinin altını çizip sorgulamaktır. Türkiye’nin siyasi haritasının bütününde neoliberalizmin etkisini incelemenin özgün bir çaba olduğu kanısındayız. İlk olarak Ali Rıza Güngen yazısında, neoliberalizmin kurgu ve gerçek boyutlarındaki çelişkilerini ortaya sermektedir. Bu noktada neoliberalizmin özgürlük ve demokrasi gibi vaatlerinin ardındaki güç ve çıkar mücadelelerini, başka bir yönüyle de eşitsizliği artırışını deşifre etmek zorunlu görünüyor. Bu bağlamdaki ikinci yazımızda Onurcan Taştan, sosyal politikada yaşanan neoliberal dönüşümü işçi sınıfının kolektif kanallarının parçalanmasına ve sınıf dışı ilişki ağlarının gelişimine olanak sağlayan yoksulluk yardımlarının yükselişine işaret ederek somutlaştırıyor.

Peki neoliberalizmin Türkiye koşullarında özgün olarak ortaya çıkardığı tablo bize neler göstermektedir? Dergimizin özellikle vurgulamaya çalıştığı neoliberalizm ve ideolojiler üzerindeki dönüştürücü etkisi, hem Türkiye’deki düşünce yapılarının dışsal etkilere karşı aldığı konum, hem de Türkiye’deki bürokrasi ve siyaset arasındaki gerilimi farklı bir şekilde yeniden ifşa etmesi açısından önem taşımaktadır. Bu bağlamda Mustafa Kemal Bayırbağ, AKP’nin İslam ve neoliberal piyasayı uzlaştıran siyasetinin, yerel düzlemde kendisine sağladığı avantajları irdelemektedir. Mustafa Kemal Coşkun ise, AKP’nin sermaye birikimiyle paralel, nihai olarak uygulamaya konan neoliberal politikaların bir uygulayıcısı olduğunu ve AKP’nin de devletin sınıfsal özelliğinin en belirgin olduğu bir dönemi temsil ettiğini ifade etmektedir. Menderes Çınar ise konuyu Türkiye’deki bürokrasi ve siyaset arasındaki gerginlik üzerinden tartışarak, AKP’nin neoliberal politikalarının eski korporatist yapıyı sarsan nitelikler taşımasından dolayı ciddi çıkar kavgalarının ortaya çıktığını ve AKP’nin neoliberalizme rağmen mi, yoksa ondan dolayı mı iktidarda kaldığının iyi irdelenmesi gerektiğini ifade etmektedir. Sayımızda benzer içerikteki bir diğer yazı Cem Özatalay’ın kalemindendir. Özatalay, Türkiye’deki militokrasinin bir cazibe merkezi olarak korporatist Rus-Çin kapitalizmine doğru yönelimine ve ülke içindeki güç mücadelelerinin de siyasal iktisat bağlamındaki içeriğine vurgu yapmaktadır.

Mustafa Kemal Bayırbağ’ın AKP’nin İslam ve piyasa sentezine olan vurgusuna paralel olarak Onur Bakır Vakit gazetesi üzerinden muhafazakâr-popülist ve neoliberal saldırgan söylemin bir iktidar nesnesi olarak nasıl araçsallaştığını gözler önüne seriyor. Bu yazı aynı zamanda muhafazakâr çevrelerin iktidarda kalabilmek için neoliberal politikalar karşısındaki suskun tavırlarını göstererek bir yüzleşme çağrısında bulunuyor. İslamcılar için yapılan bu çağrının benzerini Aydın Çubukçu sol için dile getiriyor. Çubukçu yazısında Türkiye’de temel olarak solun Kemalizm’le geçişken bir ilişki yaşadığını, bunun da sol aleyhine sonuçlandığını ve bu nedenle de solun daha çok bir hayat tarzı savunusu yaparak işçi ve emekçi halk kitlelerinden koptuğunu ifade ediyor. Bu nedenledir ki neoliberal politikalar kimi zaman özgürlük üzerinden destek bulurken kimi zaman da ulusalcı reflekslerle muhalefet hedefi hâline geliyor. Sonuç olarak desteğin ve muhalefetin hiçbir türünde işçi ve emek kesimi adına bir karşıtlığa şahit olunamamaktadır.

Dosyamızın son bölümünde ise neoliberal politikaların kent, sendika ve Hollywood sineması gibi farklı alanlardaki dönüştürücü etkileri incelenmektedir. Anıl Mühürdaroğlu kentsel neoliberal politikaların yol açtığı kentsel yoksulluk ve sosyal dışlanma olgusunu; Yüksel Akkaya krizdeki sendikaların çıkış yolu bulma çabalarını okuyucuya aktarırken, Nihal Bengisu Karaca da ABD’nin işgal politikalarını eleştirir görünen bazı filmlerin aslında ABD’nin yine kendisini dolaylı olarak aklama çabalarından ibaret olduğunu ortaya koyuyor.

Bu sayımızda ayrıca Mehmet Bekaroğlu’nun gündem yazısıyla birlikte ikinci bir gündem yazısı Serkan Mercan tarafından sosyal güvenlik reformu üzerine kaleme alındı. Araştırma-Yorum bölümümüze İlhami Güler Türkiye’de Cumhuriyet sonrasında dinin algılanışı ve ilahiyat fakültelerinin misyonu üzerine çarpıcı bir yazıyla katkıda bulundu. Portre bölümümüzde ise Cem Somel bizlere Dünya Bankasından üç şahsiyeti, Atilla Karaosmanoğlu, Turgut Özal ve Kemal Derviş’i incelemeye tabi tuttu. Kültür-Sanat bölümümüzde Mert Tokur, Ken Loach’un It's a Free World filminin kritiğiyle yer alırken, Cem Konuralp, geçtiğimiz günlerde hayatını kaybeden Doğu’nun büyük yazarı Cengiz Aytmatov’u, Alaattin Oğuz da büyük Kürt dengbeji (ses sanatçısı) Mırade Kine’yi tanıttı. Kitabiyat bölümümüzde ise Okay Bensoy Norman Perry’nin Yeni Sağ’ını ve Nevra Kırbaşoğlu John Perkins’in Bir Ekonomik Tetikçinin İtirafları’nı tanıttılar.

Dergimizin bu sayısının neoliberalizmin dönüştürücü etkileri üzerine ufuk açıcı tartışmalara yol açması ve bazı soruların sorulmasına vesile olması en büyük dileğimizdir.

Bu sayı ile doğudan yayın hayatında birinci yılını doldurmaktadır. Başta dergimizin ilk altı sayısının basımı ve dağıtımı konusunda büyük katkısı olan Elips Yayınları olmak üzere okurlarımıza, yazarlarımıza, dergiyi destekleyen ve emeği geçen herkese teşekkür ederiz. Coğrafyamızda her zaman derin açmazlarla malul ve bir o kadar da üzerinden siyasi karşıtlıkların oluşageldiği kadın sorununu, toplumsal cinsiyet ve buna bağlı tahakküm ilişkilerini tartışmaya açacağımız 7. sayımızda buluşmak üzere…