Friday, June 27, 2008

(TAM METİN) Nuray Mert- Arap Zirvesi ve Bölgede Son Durum


Mart ayı sonunda Şam’da toplanan bu yılın Arap Zirvesi, bölgedeki son durumu anlamak açısından son derece önemliydi. Zirvenin ev sahipliğini Suriye’nin yapıyor olması, zirveyi Suriye’ye baskı yapma aracı olarak kullanmak isteyenler için en başından bir fırsat olarak değerlendirildi. Önce, zirvenin gerçekleşmesi için Lübnan’da aylardır kilitlenmiş olan Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin yapılması, daha doğrusu Suriye’nin bu konuda etkin rol oynaması bir koşul olarak ileri sürüldü.

Lübnan’da, Cumhurbaşkanı seçilebilmesi için ABD ve Batı yanlısı iktidar koalisyonu ile onun karşısında yer alan muhalefet koalisyonunun uzlaşması gerekiyor. Aslında, bir noktadan sonra, Genelkurmay Başkanı Mişel Süleyman ismi üzerinde taraflar uzlaştı. Ancak muhalefet ayrıca, istifa ettiği hükümet ve Meclis tablosunda veto gücü olan oranda temsil talep ediyor; aksi takdirde, politik kararlar konusunda devre dışı kalmaktan ve bunun kendisine karşı baskı olarak kullanılmasından korkuyor. Bu konuda uzlaşmaya varılamıyor, bu nedenle Meclis çalışamaz hale gelmiş durumda. Muhalefet, Hizbullah önderliğinde, Şii Emel örgütü (ki Meclis Başkanı Nebih Berri de bu grubun mensubu) ve Marunilerin yarısını temsil eden Michael Aoun’un partisi ve daha küçük sol parti ve gruplardan oluşuyor. Özellikle Hizbullah’ın İran ve Suriye müttefiki olduğu biliniyor. O nedenle, Suriye’den uzlaşma için bu gruba baskı yapması isteniyor.

Diğer taraftan, malum Hariri suikastını araştırmak için uluslararası bir mahkeme oluşturulması, bir yandan yine muhalefeti, diğer yandan Suriye’yi köşeye sıkıştırmak üzere devreye girmiş vaziyette. Uluslararası mahkeme kurulması için Lübnan Meclisinden, muhalefetin çekilmesi sonucu, karar çıkarılmayınca, BM dolambaçlı bir yol izleyerek, böyle bir karar olmaksızın inisiyatif alarak mahkeme kurmaya girişmişti. Bu hazırlıklar tamamlandı, yakında mahkemenin ilan edilmesi bekleniyor.

Lübnan muhalefeti ve özellikle Hizbullah, uluslararası mahkemeyi, köşeye sıkıştırma harekâtının bir parçası olarak görüyor. Aynı durum Suriye için de geçerli. Hariri suikastı, başından beri Suriye’nin suçlanarak hedef haline gelmesine neden oldu. Nitekim suikastın ardından, Sedir Devrimi adı altında gerçekleşen sivil protestolar, dış baskılarla desteklenerek Suriye askerlerinin Lübnan’dan çekilmesi sağlanmıştı. Hemen ardından da, Lübnan, Hariri’nin oğlu ve Başbakan Sinyora önderliğindeki Sünniler ve Dürzi lider Velid Canbolat ve Marunilerin bir bölümü tarafından oluşan 14 Şubat grubu ve muhalefet grubu olmak üzere iki cepheye ayrıldı. Bu cepheleşme giderek daha keskinleşerek devam ediyor. Hükümet cephesi, Hariri mahkemesini siyasi bir manevra alanı olarak kullanıyor. Bir yandan mahkeme, diğer yandan Cumhurbaşkanlığı seçimi tartışması ile sadece Lübnan’daki taraflar değil, uluslararası ittifakları olan cepheler, yani ABD ve ABD yanlısı Arap ülkeleri ile Suriye-İran cephesi çatışması yaşanıyor.

Arap Zirvesi’ne de bu çatışma damgasını vurdu. Nitekim bölgedeki ABD yanlısı Arap rejimleri, başta Suudi Arabistan, Mısır ve Ürdün, önce zirvenin yapılma koşulunu Lübnan’ın Cumhurbaşkanı seçimine bağladı. Sonra bu gerçekleşmeyince, bu ülkeler zirveyi boykot etmediler ama liderler yerine, düşük düzeyli temsil ile zirveyi sabote etme yoluna gittiler. Bölgede ABD müttefiki olarak öne çıkan Umman, Yemen, Fas da zirveye katılmadı. Lübnan da Cumhurbaşkanı makamının boşluğunu ileri sürerek zirveye katılmadı.

Sonuçta, son Arap zirvesi, Arap dünyasındaki siyasal bölünmeyi bir kez daha yansıtmakla kalmadı, daha da derinleştirdi. Dahası, zirve sonunda çıkan ortak metinde, yabancı askerlerin bölgeyi terk etmesi isteğine Irak Başbakanı şerh koyma gereği duydu. Irak Başbakanı Maliki, sonuç bildirgesinin bu bölümünün kendilerine sorulmadan eklendiğini ifade etti.[1] Aslında Irak, Arap dünyasında tarafların açıkça ABD yanında yer almaktan çekinmesinden dolayı, muğlak ifadelere sığınılan bir konu. Bu durum Arap Zirvesinde de kendini gösterdi.

ABD’nin Irak işgalinden önce Ürdün Kralı Abdullah, bölgede Şii nüfuzunun artmasından endişe duyduğunu ifade etmiş, ilk defa ‘Şii hilali’nden söz etmişti. Nitekim ABD de, bölgedeki çatışma hattını Sünni-Şii gerginliği üzerine kurmuş, bu fay hattını derinleştirmeye çalışmıştır. Ancak bu çabanın bütünüyle başarılı olduğunu söyleyemeyiz. Öncelikle, Irak’ta giderek karmaşıklaşan tablo böylesine kurguların birebir gerçekleşmesini zorlaştırmaktadır.

ABD, ‘düşman’ Şii cephesini ‘dost Şii’ çemberi ile kuşatmak istemiştir. Bunun için Irak’ta işbirliği yaptığı Şiilerin İran etkisinden uzak kalacağını hesap etmiş, hatta işin başında, Necef’in sembolik önemi etrafında Irak merkezli Şii gücünün İran’ın istikrarsızlaşması yönünde rol oynayabileceği bile düşünülmüştü. Ama olaylar bu yönde gelişmedi, dahası, Suudi Arabistan ABD ile ittifakına rağmen Irak’ta Şiilerin öne çıkmasından başından beri rahatsız oldu. Irak Şiilerinin İran nüfuzuna denge oluşturması bir yana, bölgede İran nüfuzu arttı. İktidarda olan Şiiler etkin kontrol sağlama konusunda başarılı olamadılar. Öte yandan, Mukteda Sadr’a bağlı güçler işgale karşı direnişe devam ettiler. Mart ayı sonunda, hükümet güçlerinin Basra’da Sadr’a bağlı güçleri sindirme harekâtı sonuç vermedi; ABD ve İngiltere, olaya müdahale etme gereği duydular.

Saddam döneminde ülkesini terk edip sürgünde yaşamak zorunda kalan Iraklı muhaliflerden Sami Ramadani, Saddam’ın 1991’de, yine Mart ayında, Basra’da yaşanan ayaklanmayı kanlı bir şekilde bastırdığını hatırlatıyor ve bu kez yaşanan bastırma harekâtının Saddam dönemindekinden daha ağır olduğunu söylüyor.[2]

Bu koşullar altında, Arap dünyasında veya genel olarak bölgede yaşanan bölünme ve bu bölünmenin gerisindeki uluslararası çatışmalar, bölgede yaşayan insanlar için şimdilik sadece umutsuz bir tablo oluşturuyor. Ayman El-Emir, Arap zirvesini değerlendirdiği yazısını, “Ulusal ve bölgesel güvenlik paradigmasının sömürge dönemi mirasından ve yeni-sömürgeci hegemonyadan bağımsız ciddi bir başlangıç gerekliliği” ile bitiriyor. Arap yönetimlerinin, toplumsal gerçeklerle bağlarının tamamen koptuğundan şikâyet ediyor.[3]

Türkiye’den bölgeyi izlemeye çalışan ve olanlar karşısında kaygılanan bizler de, Türkiye’nin bölgede olan bitene bunca ilgisiz ve kayıtsız kalmasından şikâyetle bitirelim. Bu ilgisizliğin kuşkusuz belli bir tarihsel arka planı var, ancak gelinen noktada Türkiye’nin bölgede olan bitenlere siyaseten ilgisiz kalmasına artık imkân yok. Bu durumda, bölgedeki gelişme ve çatışma alanlarından habersiz bir kamuoyu tablosu, sıradan bir kayıtsızlığın ötesinde risk teşkil ediyor. Bu, Türkiye’de kamuoyunun, Türkiye’nin bu bölgede izlediği siyasetten, üstlendiği rollerden, içinde yer aldığı çatışma hatlarından habersiz olmak demek. Arap aydınları ile konuştuğumuzda, Türkiye’nin geçmişte, bölgeye ilişkin takındığı tutumlara ilişkin sorularla karşılaşıyoruz. Mesela, “Neden Cezayir krizinde Türkiye Fransa’nın yanında yer aldı?” sorusuna, “Aslında kimsenin krizden de Türkiye’nin takındığı tavırdan da fazla haberi yoktu” diye cevap vermenin ezikliğini yaşıyoruz. 1950’ler bir yana, geçen sene Lübnan’da katıldığım bir TV programında, “Türkiye kamuoyu Lübnan’da olan biten karşısında ne düşünüyor?” sorusuna aynı cevabı vermek zorunda kaldım.

Bakın Arap zirvesi geldi geçti, üzerine tek satır yazılmadı. Buna karşın Körfez ülkelerinin sıklaşan Türkiye ziyaretleri basında bolca yer alıyor, ülkeye sermaye girmesi sevinçle karşılanıyor. Her şeyin bir riski olduğunu, bir büyük çatışma alanı olan bölgeden gelen giden her şeyin siyaseten bir anlamı ve bedeli olduğunu fazlasıyla görmezden geliyoruz.

İşte doğudan dergisinde yapmaya çalıştığımız şey her şeyden önce, bu karartmayı bir az olsun aşabilmektir.
[1] Şark-el Evsat, 31 Mart 2008.
[2] The Guardian, 29 Mart 2008.
[3] Al-Ahram, 3-9 Nisan 2008.

No comments: