Tuesday, October 7, 2008

(KİTABİYAT) Judith Butler- Cinsiyet Belası: Feminizm ve Kimliğin Altüst Edilmesi


İrem Yılmaz


Cinsiyet Belası, feminist kuram, felsefe ve güncel siyaset alanlarında pek çok çalışması bulunan, şu an California Üniversitesi Retorik ve Karşılaştırmalı Edebiyat bölümünde profesör olarak görev yapan Judith Butler’ın hem feminist eleştirinin hem queer[1] teorinin çok geçmeden başucuna yerleşen, belki de en önemli kitabı. Yazımından 10 yıl sonra, 1999’da, yayımlanan ve neredeyse bir o kadar süre sonra da Türkçeye çevrilen Cinsiyet Belası’nda Butler, temel olarak toplumsal cinsiyet ve doğrudan ilişkilendirildiği cinsiyet, arzu ve cinsellik temaları etrafında iktidar, temsil, söylem ve yasa(ğ/)yı sorguluyor. Metin kaynağını, feminist kuram, psikanaliz ve feminizm ilişkisi, Monique Wittig’in çalışmaları, Michel Foucault’nun ve Freud’dan Lacan’a, Beauvoir’dan Irigaray’a pek çok başka düşünürün de, eserleri kadar Butler’ın kendi deneyimleri, gey ve lezbiyen hareketlerle süregelen ilişkisi, kısaca etik ve siyasi tavrından alıyor. Kitap, Cinsiyetin/Toplumsal Cinsiyetin/Arzunun Özneleri; Yasak/Psikanaliz ve Heteroseksüel Matrisin Üretimi; Altüst Edici Bedensel Eylemler olmak üzere üç ana bölümden oluşuyor. Bu bölümler, birbirinden farklı söylemsel alanlarda toplumsal cinsiyet kategorilerinin ve bu alanların meşrulaştırıcı pratiklerinin (örneğin, yasa, eşcinsellik tabusu, ensest tabusu, akrabalık ilişkileri, uygun ve uygunsuz dişillik ve erillik idealleri, aseksüel bir konum olarak lezbiyenlik) eleştirel bir soykütüğünü çıkarıyor.

Görme ve deneyimleme biçimlerimizi belirleyen, çağdaş hukuki çerçevelerin doğurduğu, doğallaştırdığı ve sabitlediği kimlik kategorilerini, (Foucault’nun ışığında) her daim baskıcı, dışlayıcı ve düzenleyici rejimlerin bir denetleme ve kontrol aracı olarak yorumlayan Butler, ayak bağı saydığı herhangi bir kimlik etiketini (kadın, lezbiyen gibi) üstlenmeyi reddetmiyor. Ancak, metin boyunca bu etiketlerin tam olarak neyi, neye, niye ve nasıl işaret ettiklerine bir yanıt arıyor. Böylece ‘ayak bağı’ sıfatını bütün boyutlarıyla açıklığa kavuştururken, başa bela olan toplumsal cinsiyet kategorilerini ‘belaya uğratmanın’ da yolunu açmaya girişiyor. Bu minvalde, toplumsal cinsiyet hiyerarşisini ve zorunlu heteroseksüelliği destekleyen toplumsal cinsiyete yönelik yaklaşımları ortaya koyuyor. Bu çerçevede, feminizmin öznesi olarak kadınların statüsünü ve cinsiyet-toplumsal cinsiyet ayrımını yeniden değerlendiriyor. Daha demokratik ve kapsayıcı bir nitelik kazanması gerektiğini düşündüğü feminizme yönelik eleştirilerini dile getiriyor.

Butler feminizm eleştirisini onu Foucault’nun iktidar kuramı ve Althusser’in ‘interpellation’[2] kavramı temelinde, ‘temsil’ ve ‘özne’ olguları üzerinden irdeleyerek yapıyor: Feminist kuram siyasete dâhil olmak için ‘temsil’e ihtiyaç duyar. Siyasallaşmak, temsile kavuşmak için ise ‘özne’ olmak gerekliliği vardır. Öte yandan özne olmak, yasaya tabi olmak demektir: Özneliğin koşulu iktidar tarafından tanınmadır. Bu, iktidarı tanımayı, yani hükmünü kabul etmeyi ve kendini iktidara tanıdık kılmayı, yani iktidarın özneyi mümkün kıldığı koşullara uymayı gerektirir. Bu şekilde, yasaya tabi olarak iktidar sisteminde temsil hakkı kazanan özneler, sonrasında yasanın dayandığı iktidar sistemleri tarafından üretilir. İktidar yasa(k)larla özneleri kısıtlamak, düzenlemek, denetlemek ve ‘korumak’la kalmaz, kendisine tabi olan özneleri yeniden biçimlendirir ve üretir. Yani iktidar aynı zamanda hem baskıcı hem üretkendir. Bu analiz doğrultusunda Butler, ‘feminist özne’nin, kendisine görünürlük ve meşruiyet sağlayarak kurtuluşunu kolaylaştıracağı düşünülen siyasi sistemin temsiliyet politikasının söylemsel ‘ürün’ü olduğu sonucuna varır. Dahası, bu sistemin toplumsal cinsiyetli ya da eril özneler ürettiği kabul edildiğinde, ‘kadınlar’ için görünen, kurtuluştan ziyade bir kısır döngü olacaktır. Bu durumda da, feminizmin öznesi olarak kadınlar sorunu, belki de yasa önünde durup yasa içinde ya da yasa tarafından temsil edilmeyi bekleyen bir öznenin aslında var olmadığı olasılığını ortaya koyar.

Butler için, temsil ile ilgili diğer önemli nokta, bizzat ‘kadınlar’ kategorisi ile ifade edilen öznenin varsayılan evrenselliğinin teşkil ettiği sorunlu haldir. Feminizm, temsili siyasetin gereği olarak istikrarlı bir özneyi dile getirmek zorunda kalır: kadınlar. Ancak, kimlik siyaseti zorunlu olarak sınırlıdır. Zira birileri özneyse ve iktidarsa mutlaka başka birilerini dışlamak suretiyle kurulmuştur bu. Tutarlılığın inşası heteroseksüel ve aynı zamanda biseksüel, gey ve lezbiyen bağlamlarda bol bol bulunan toplumsal cinsiyet süreksizliklerini -toplumsal cinsiyetin ille de cinsiyetten kaynaklanmadığını, arzunun veya daha genel olarak cinselliğin de toplumsal cinsiyetten kaynaklanmadığını, bedensel işaretlenmenin bu boyutlarının birbirini yansıtmadığını- gizler. Butler, feminizmin ‘kadınlar’ kategorisinin ortak bir kimliği temsil ettiğini varsaymaması gerektiğini, siyasallaşmak üzere kullandığı kimlik kategorisinin, bütünlük adına konuşarak, kendi içinde dışlayıcı toplumsal cinsiyet normları oluşturacağını, dolayısıyla muhalefet ettiği iktidarın bir aracı haline gelme tehlikesi taşıdığını söyler. Zira ‘kadınlar kategorisini tutarlı ve istikrarlı bir özne olarak inşa etmek, toplumsal cinsiyet ilişkilerini istemeyerek de olsa düzenleyip şeyleştirmek anlamına gelecek, birtakım tahakküm ve dışlama ilişkileri kaçınılmaz olarak sürdürülecektir’. Butler temsilin, ‘kadınlar’ öznesi hiçbir şekilde varsayılmadığında ya da öznenin kapsamı genişletildiğinde anlam kazanacağını söyler. Dolayısıyla, Butler toplumsal cinsiyete yönelik feminist sorgulamayı (cinsiyet kategorisini ve ikiyle sınırlanmış toplumsal cinsiyet anlayışını) sorunlu bulur ki bu anlamda feminizmin heteroseksüelliğinin eleştirisini yaptığı da söylenebilir. Çünkü cinsiyeti ve toplumsal cinsiyeti iki ile sınırlandıran feminizm anlayışı, bu kimliklerin doğrudan bedensel/biyolojik özelliklerden geldiği varsayımını bir bakıma kabul etmiş olur. Böylece, feminist siyaset için temel nitelikte oldukları varsayılan kimlik kategorileri feminizmin açacağı kültürel imkânları önceden sınırlar ve kısıtlar.

Butler ise, biyolojik farklılıkları reddetmemekle birlikte, hangi şartlar altında, hangi söylemsel ve kurumsal koşullar altında belli bazı biyolojik farklılıkların cinsiyetin belirleyici özlellikleri haline geldiğini, kimi cinsel pratiklerin nasıl ve neden ‘kadın nedir, erkek nedir?’ sorusunu uyandırdığını sorar. Cinsiyeti de toplumsal cinsiyet gibi bireysel/bedensel bir nitelik değil bir ilişkiler ağı olarak tanımlayarak cinsiyet ile toplumsal cinsiyet arasındaki ilkinin biyolojik ikincisinin kültürel olduğu yönündeki ayrımı çürütür. Cinsiyet ve toplumsal cinsiyet arasında ardıl bir ilişki olduğu kabulünü, toplumsal cinsiyetli hayatta ‘mümkün’ün sınırlarını çizenin edimlerimiz olduğunu öne sürerek sorunsallaştırır ve reddeder. Kimliklerimiz, cinsiyetli ya da değil, kendiliğinden otantik bir öz ifade etmez, performanslarımızın bir sonucudur -nedeni değil- der. Ancak toplumsal cinsiyete yönelik sınırlar ve doğallaştırılmış bilgi, kültür içinde hayal edilebilir ve gerçekleştirilebilir toplumsal cinsiyet ve cinsellik biçimlerini ikili kısıtlamalarla (dişil-eril) belirler ve önler. Cinsiyet kategorisi ve ikiye bölünmüş cinsiyet toplumsal cinsiyetlendirmenin temel varsayımıdır ve cinsiyeti yöneten yasa, toplumsal cinsiyeti ve arzuyu da yönetir. Butler’ın, Gayle Rubin’den alıntıladığı şu kısım tespiti iyice netleştirir: “toplumsal cinsiyet yalnızca bir cinsiyetle özdeşleşme değildir, aynı zamanda cinsel arzunun öteki cinsiyete yönlendirilmesini gerektirir. Cinsel işbölümü toplumsal cinsiyetin her iki tarafında da rol oynar -onları erkek ve kadın olarak, dahası heteroseksüel olarak yaratır.” Yani deneyim söylemsel olarak şartlanmıştır, cinsiyet daha başından, yeni doğmuş bir bebeğe ‘kız’ ya da ‘oğlan’ denildiği andan itibaren, bedenin toplumsal varoluşunun koşullarını belirler. Bu noktada Butler biyolojik cinsiyetin iki ile sınırlı olduğu verisi doğal kabul edildiğinde bile, toplumsal cinsiyeti iki ile sınırlandırmak için hiçbir sebep olmadığını savunur. Toplumsal cinsiyet ile işaretlenmeden evvel bedenlerin varoluşları isimsizdir. Beden, toplumsal cinsiyet, ırksallaşma, bir sınıfa ait olma, v.b. den önce anlam ifade eden bir varoluş değildir. Kimliği istikrarlı ve idrak edilebilir kılan, cinsiyet, toplumsal cinsiyet ve cinsel pratik ve arzu arasındaki tutarlılık ve sürekliliktir. Bu doğrultuda, cinsiyet tanımı itibarı ile aslında hep toplumsal cinsiyettir.

Toplumsal cinsiyet, kemikleşmiş bir düzenleyici çerçeve içinde tekrar edilen bir dizi ‘izin’ ve tabudan oluşan edimler ve bu edimlerle bedenin tekrar tekrar stilize edilmesidir. Çünkü iktidar, iki ile sınırladığı toplumsal cinsiyetlerden biri ile ve onun normlarıyla özdeşleşmeyi dayatır. Bu edimler zamanla birleşir ve bedeni görünür kılan (sadece toplumsal cinsiyetin ‘kadın’ ya da ‘erkek’ olarak işaretlendirdiği bedenler insan olarak geçerlidir) bir çeşit doğal varlık görünümü üretir. Yani cinsiyet, evrensel bir kimlik değil, sebep olduğu iddia edilen davranışları performatif olarak an be an kuran bir performanstır der Butler. Kendisini tekrarla pekiştiren, sağlamlaştıran, sürekli olarak yeniden üreten heteroseksist iktidar rejimlerini baltalamak için tekrarın kendisini durdurmaktan ziyade (ki durdurulamazdı), kimliğin düzenleyici pratiklerini tartışmaya açacak farklı bir tekrarın olasılığını ve niteliğini öne çıkarır ve sorgular. Butler, Taklit ve Toplumsal Cinsiyete Karşı Durma (2007: 33) adlı bir başka kitabında bunu şöyle açıklar: Eğer iktidarın pürüzsüz bir heteroseksüel kimlik yanılsaması yaratmasının yolu ‘tekrar’sa, eğer heteroseksüellik kendi tekbiçimlilik ve kimlik yanılsamasını yerleştirmek için ‘kendini tekrarlamak’ zorunda kalıyorsa, öyleyse bu, sürekli risk altında olan bir kimliktir; öyle ya, kendini tekrarlamayı başaramazsa, ya da tekrarlama tecrübesi çok farklı bir uygulama ve temsil etme amacıyla başka bir yöne kanalize olursa ne olur? Tekrara ihtiyaç duyulması kimliğin kendisiyle özdeş olmadığının bir işaretidir; dolayısıyla yeniden yeniden kurumsallaştırmayı gerektirir, yani her zaman kurumsallığının yitirilmesi riskiyle yüz yüzedir.

Bu tespitten hareketle Butler, ancak toplumsal cinsiyetli görünümüyle idrak edilebilen özne anlayışının, toplumsal cinsiyet yapılarını kuran çeşitli şeyleştirmelerin zorla engellediği imkânlara nasıl yer açabileceğini araştırır. Cinselliğin altüst edici çokluluğunu bastıran cinselliğin ikili düzenlenmesi, heteroseksüel hegemonya, üreme hegemonyası ve tıbbi-hukuksal hegemonyaya karşı önerisi, onu performativite yoluyla kesintiye uğratmaktır; zira toplumsal cinsiyetli özne düzenlenmiş bir tekrarlama sürecinin sonucudur. Burada, kesin çözüm niteliğindeki bir pardigma değil, bir performativite örneği olarak ‘drag’i sunar. Drag, karşı cinsle bağdaştırılan kıyafetleri bir tür performans olarak, teatral etki yaratmak amacıyla giyme edimidir ve Butler’a göre ‘gerçekliğin’ genelde varsaydığımız kadar sabit olmadığını ortaya koyan bir örnektir. Butler bu örnekle toplumsal cinsiyet ‘gerçekliğinin’ zayıflığını teşhir ederek toplumsal cinsiyet normlarının icra ettiği şiddete karşı koymayı amaçlar. Drag, toplumsal cinsiyeti taklit ederek, toplumsal cinsiyetin taklide dayalı yapısını (çocuklar cinsiyetli olmayı ‘örnek alarak’ öğrenirler ve hiç unutmamaları için gereklerini hayatları boyunca yerine getirmelidirler), onu parodileştirip ‘taklit’ ile orjinal’ arasındaki ilişkiyi sorunsallaştırarak ortaya çıkarır. Bu taklit orjinalin anlamını yerinden eder. Bu durumda, ‘normal’, ‘orjinal’ olarak nitelendirilen aslında mümkünsüz olan bir idealin kopyasıdır. Drag, yeni toplumsal cinsiyet imkânlarını ortaya koyarak idrak edilebilirliğin alanına meydan okur.

Butler şöyle der, toplumsal cinsiyetin iç hakikati eğer bir uydurmaysa ve ‘hakiki’ toplumsal cinsiyet bedenlerin üstüne kurulan ve işlenen bir fantaziyse, toplumsal cinsiyetler ne hakiki ne de sahte olabilirler. O zaman, toplumsal cinsiyet esas hali bulunmayan bir öykünme, gerçek sanılan, beklentiler ve belli bazı bedensel eylemler üzerinden üretilen, ısrarlı bir taklit biçimidir. Kimi cinsiyetli ifadeler yanlış/türev kimileri doğru/hakiki ve orjinal sayılamaz. Bedenler ve cinsellikler, cinsiyete başvurmaksızın yeniden düzenlenebilir ve düzenlenmelidir.

Butler, Cinsiyet Belası’yla, doğal bir zorunluluk görünümü yaratan edimleri, “her şeyden önce bir yasağın içselleştirilmesi” olan toplumsal cinsiyet kimliğini teşhir etmeye girişiyor; bedenlerin, cinsiyetin, toplumsal cinsiyetin ve arzuların doğallaştırılmasını sağlayan kültürel idrak çerçevesini çatlatarak, ‘imkânsız’, okunaksız/idrak edilemez, gerçekleştirilemez ve gayrımeşru olan için ve en azından kendi adına, bir ‘imkân yaratmayı’ amaçlıyor. Bir kitabın dayatıcı söylemin gramerini dağıtıp dağıtamayacağı meçhul, ancak bu metnin mümkün olanı yeniden düşünmeyi sağladığı ve normlara uymadıkları için yaşam içinde ölüme mahkûm edilenler için bu imkânın önemi de bir o kadar gerçek. Kendisinin de belirttiği gibi, kuşkusuz bu ‘imkân’ tek başına siyasi bir devrim olamaz, ancak insanın neyin mümkün ve gerçek olduğuna dair görüşlerinde köklü bir değişim olmadıkça siyasi bir devrim zaten mümkün değildir.

Bu yazıyı yazmam da yardımcı olan tamamlayıcı bir okuma önerisi:
Direk, Zeynep. 2007. “Judith Butler: Toplumsal Cinsiyet ve Bedenin Maddeleşmesi”. Cinsiyetli Olmak: Sosyal Bilimlere Feminist Bakışlar içinde, drl. Zeynep Direk. İstanbul. Yapı Kredi Yayınları

[1] En basit tanımıyla, normal, meşru, baskın olana ters düşen her şey anlamına gelir. LGBTT (Lezbiyen, Gey, Biseksüel, Travesti ve Transeksüel) bireyler için kullanılan aşağılayıcı bir sözken eşcinsel ve trans hareketin özellikle daha genç kesimi tarafından sahiplenilmiş ve olumlu bir anlamla kullanıma girmiştir. Eşcinsel, biseksüel, travesti, transeksüel ve cinselliklerini hegemonik heteroseksist normların dışında deneyimleyen heteroseksüelleri kapsayan şemsiye bir tanımdır.
[2] Özneyi toplumsal olarak inşa eden, iktidarın/yasanın otoritesi tarafından çağrılmasıdır. Polis ‘hey, sen!’ dediğinde, seslendiğine karşı yasayı temsil etmekle kalmaz, aynı zamanda seslendiği kişiyi yasaya tabi kılar. Polisin hitabı korkutur, cezalandırmakla tehdit eder, fakat çağırdığını, tehdit ettiğini bir özne olarak kabul eder. Özne, baskı altına alınıp denetlendiğinde toplumsal ve hukuki açıdan kurulmuştur (ve tam tersi).


doğudan, sayı 7 (Eylül-Ekim 2008)

No comments: