Showing posts with label sıfırıncı sayı. Show all posts
Showing posts with label sıfırıncı sayı. Show all posts

Thursday, April 3, 2008

Sıfırıncı Sayı / İktisadi Tahakküm - Cem Somel



doğudan dergisinin bu ön sayısında, Orta Doğu toplumlarının yoksulluk sebeplerini kısaca tartışmak, derginin ilgi alanlarından birini tanıtmak açısından yararlı olacaktır. Sorunu anlamak ve bölgemizde bundan kurtuluş yollarını araştırmak için toplumsal yoksulluk ve zenginlik üzerine üretilmiş kuramları gözden geçirmek gerekmektedir.

Az gelişmişliğin sebeplerini açıklama iddiasındaki teorilerin bir kısmı ‘modernleşmeci yaklaşım’ başlığı altında toplanabilir. Modernleşmeci yaklaşım dünya toplumları içinde bazılarının müreffeh olmasını ve bazılarının yoksul olmasını her toplumun kendi iç dinamikleri ile izah eder. Az gelişmişlik, söz konusu toplumun tutuculuğu, hurafeci zihniyeti, teşebbüs ruhundan yoksunluğu, hiyerarşik toplumsal ilişkileri gibi (modern olmayan) niteliklerinin neticesidir. Kalkınmanın hedefi ve gayesi bugünkü gelişmiş (“çağdaş”) toplumlara benzemektir. Bu yaklaşıma göre modernleşmeyi hızlandırmak için yoksul ülkeler gelişmiş toplumlarla yakın siyasî, iktisadî, kültürel temasa girmeli, ve gelişmiş ülkelerin telkin ettiği siyasetleri, reformları yapmalıdır.

Sosyal bilim çerçevesi içinde yapılan bu modernleşme telkinine Orta Doğu’da toplumlar farklı siyasî ve kültürel tepkiler gösteregelmiştir. Suudî Arabistan Krallığı, İran İslâm Cumhuriyeti ve Türkiye Cumhuriyeti bu açıdan üç farklı tepkinin örneği olarak gösterilebilir. Türkiye son 150 yıldır Avrupa’dan toplumsal hayatın hemen her alanında kurum ithal eden modernleşme gayreti ile, ve hâlen aynı anlayışla Avrupa Birliğinin talep ettiği reformları yapmaya çalışması ile, modernleşmeci yaklaşımı bütünüyle resmî ideoloji olarak benimsemiş belki en uç örnektir.

Buna mukabil, Doğu toplumlarının yoksulluğuna başka bir açıdan yaklaşmak mümkündür. Almaşık yaklaşım, yoksulluğu ve serveti tek bir toplumsal sürecin neticesi olarak görmektedir. Bu yaklaşım Doğu toplumlarının geriliğini ve yoksulluğunu sadece bu toplumların kültürüne, zihniyetine vs. yüklemek yerine, olayın sebeplerini gelişmiş toplumların az gelişmiş toplumlar üzerindeki iktisadî ve siyasî tahakkümünde bulur. Buna bağımlılık yaklaşımı ya da dünya sistemi yaklaşımı diyebiliriz.

İktisadî tahakküm
İktisadî tahakküm derken fertler arasında, sosyal zümreler arasında veya milletler arasında eşit olmayan bir maddî ilişkiyi; bir tarafın diğer taraf üzerinde maddî avantaj elde ettiği bir zorlamayı kastediyoruz. Kapitalist dünyanın hemen her yerinde bu tür tahakküm ilişkilerini, ve ilişkilerin neticesi olan kitlesel ve ferdî sefaleti ve ezilmişliği gözlemek mümkündür.

Kapitalist ideoloji, ekonomi ile siyasetin toplumsal hayatın iki ayrı alanı olduğunu veya ayırt edilmesi gerektiğini öne süredurur. Az gelişmiş ülkelerde yoksul yığınların kaderini değiştirmek açısından temel meselelerden biri, ülkeler arası iktisadî tahakküm ile ülkeler arası siyasî tahakküm, ve ülkeler arası iktisadî tahakküm ile sınıfsal tahakküm arasındaki münasebetleri ortaya çıkarmaktır. İktisadî tahakküm ile fikrî tahakküm arasındaki girift bağlantıları tespit etmek de gerekir. İktisat teorileri (örneğin serbest ticaretin faydalarını öne süren nazariyeler) iktisadî tahakküm kurmada çok etkili bir silâh olagelmiştir.

Kapitalist âlemde son yirmi - otuz yıldır siyasî iktidarlar neoliberal doğrultuda siyasî, toplumsal ve iktisadî yapıları dönüştürmektedir. Neoliberal projenin iktisadî hedeflerinin başında, şirketlerin faaliyetlerinin üzerindeki kısıtlamaları, mal, hizmet ve sermaye hareketlerinin önündeki engelleri ortadan kaldırmak; refah devletini tasfiye ederek ve sosyal harcamaları kısarak şirketlerin ve varlıklı zümrelerin vergi külfetini azaltmak; işçilerin çalışma şartlarını esnekleştirerek şirketlerin kârlılığını artırmak sayılabilir. Bütün bu politikaların neticesi mülk sahibi sınıfların hâsıladan elde ettiği payı artırmak, hâsılayı emeği ile üretenlerin payını azaltmaktır.

Son yıllarda neoliberal projeyi siyasî liberal bir proje gibi göstermeye çalışılmaktadır. Ne var ki neoliberal projenin iktisadî programı 1980’li yıllarda Latin Amerika’da ve Asya’da birçok ülkede (ve bu meyanda Türkiye’de) ilk başta diktatörler tarafından uygulamaya koyuldu. Daha sonra bu ülkelerde neoliberal iktisadî programın devamı, demokrasiye geçişin bedeli olarak kitlelere kabul ettirildi. Bu açıdan bakınca, neoliberal projenin siyasî liberalizmi (sivil toplumculuğu vs.) desteklemesi konjonktüre bağlı görünmektedir. Neoliberal dönüşümün asıl hedefinin bölüşümü bir sınıf lehine değiştirmek olduğu iddia edilebilir.

Neoliberal dönüşümün başlıca mağduru çevre ülkelerindeki emekçi sınıflardır. Emekçiler çok uluslu şirketlerin, bunların yerli ortaklarının, borsalarda spekülatörlerin, uluslar arası finans kuruluşlarının faaliyetlerinin geçimleri üzerindeki etkilerini görebilmektedir. Latin Amerika ülke halklarında yükselen bu bilinç, Venezüela ve Bolivya gibi bazı ülkelerde neoliberal projeye direnen iktidarların oluşmasına yol açmıştır.

Orta Doğu’ya gelince, 11 Eylül saldırısını yapan Arap gençlerin Washington’da Savunma Bakanlığının yanı sıra New York kentinde iki büyük iş merkezini hedef seçmesi de muhtemelen böyle bir bilinci (ABD’nin Orta Doğu’daki politikalarını kapitalist menfaatlerin güdülediği bilincini) yansıtmaktadır.

Ne var ki, siyasî tahakküm ile bunun gerisindeki maddî menfaatlerin ilişkisini tespit etmek, tahakküme direnmeye kifayet etmez. Bu kadarla kalan bilinç, kritik bazı meseleleri çözemez. Tahakkümün aslî failleri kimdir? Aslî failler bu tahakkümü nasıl gerçekleştirmektedir? Tahakkümsüz bir toplumsal düzen olabilir mi, olursa nasıl bir şeydir? Tahakküme karşı etkili mücadele yöntemi nedir?

11 Eylül saldırısını yapanlar, bu eylemle ABD’nin siyasî ve iktisadî tahakkümüne karşı etkili ve isabetli bir mücadele yöntemi seçmiş miydi?

İktisadî tahakkümün mahiyetini doğru teşhis etmek, sadece mağdurların dünya sisteminin egemenlerine karşı etkili muhalefet edebilmesi için değil, mağdurlar iktidarı aldığında tahakküm eden egemenlere karşı mücadeleyi sürdürebilmesi için de gereklidir. İktisadî tahakkümün mekanizmalarını, nedenselliklerini anlamadıkça, halkçı iktidarlar bütün iyi niyetlerine rağmen emekçi halk üzerindeki yerli ve yabancı tahakkümü kırmakta başarısızlığa uğrayabilir.

Ülkeler arası tahakkümün tarihi
Çağımızda iktisadî tahakküm, kapitalizm öncesi toplumsal oluşumlarda görülen iktisadî tahakküm şekillerinden farklıdır. Çin İmparatorluğu, Roma İmparatorluğu, Emevî, Abbasî, Selçuklu, Osmanlı misali devletlerde iktisadî tahakküm esas itibariyle devletin hükümranlık sahasını genişletme, göçebeleri iskân ederek vergilendirilecek tebaayı artırma ve vergi toplama şeklinde görülmekte idi. Devlet topladığı bu vergilerle sarayı, askerî ve sivil bürokrasiyi beslemekte ve ticaretin gerektirdiği alt yapıyı inşa etmekte idi.

Kapitalizm öncesi toplumlarda sosyal düzen, sermaye birikimi üzerine kurulmamış idi. Nüfusun büyük kısmını teşkil eden üreticilerin gerek üretim faaliyeti, gerek mahallî pazarlarda alışveriş faaliyeti, doğrudan tüketim ihtiyaçlarını karşılamak için yapılmakta idi. Sermaye biriktirme güdüsü ile alışverişi sadece tacirler yapmakta idi. Neticede bu toplumlarda devletin vergisel tahakkümü, üretici olmayan zümrelerin (sarayın, askeriyenin, ilmiyenin vs.) tüketim ihtiyaçları veya lüks tüketim eğilimleri ile sınırlı idi.

Buna mukabil kapitalizmin temeli, sermaye biriktirme güdüsüdür. Sermaye biriktirmenin doyumu yoktur; sonsuz bir güdüdür. Kapitalizmde sermayedar sınıfının iktisadî tahakküm üretme eğilimini tehlikeli kılan da budur.

Bu sonsuz güdünün tarihçesini özetleyecek olursak: Avrupalı tâcir sermayedarlar, 16. yüzyıldan itibaren ithal edecek mal bulmak amacıyla faaliyetlerini dünyaya yaymıştır. 19. yüzyılda sanayi devriminin akabinde Avrupalı ve Amerikalı sermayedarlar bu defa mamulleri için mahreç arama maksadı ile faaliyetlerini daha da yaymıştır. 16.-19. yüzyıllarda Avrupa ve Kuzey Amerika devletleri bu ticarî faaliyetleri, kapitalizm öncesi toplumları kaba kuvvetle ticarete zorlayarak ve müstemleke hâline getirerek desteklemiştir. 19. yüzyılda Avrupa devletleri, ABD, Rusya, Japonya açık iktisadî saiklerle kapışarak bütün dünyayı nüfuz alanlarına bölmüştür. 19. yüzyıl, yeryüzünde birçok milletin ağır sömürüye, zulme ve vahşete maruz kaldığı karanlık bir dönemdir.

Sermayedarların ticaret ve yatırım yaptığı kapitalizm öncesi toplumlarda, zanaat üretimi gerilemiş, toplumsal ve iktisadî yapı kapitalizmin merkezinin ihtiyaçlarına göre şekillenmeye başlamıştır. Bu faaliyetler, kapitalist dünya sistemini merkez ülkeleri ve çevre ülkeleri olarak ayrıştırmıştır.

Osmanlı İmparatorluğunun 16. yüzyıldan 19. yüzyıla kadarki tarihi Orta Doğu’nun çevreleşme tarihidir. 16. yüzyıldan itibaren Avrupa’da artan talep Osmanlı ülkesinin bazı bölgelerinden gıda ve ham madde ihracat artışını güdüledi. 18. ve 19. yüzyıllarda Rumeli’de ve diğer bazı eyaletlerde mültezimlerin tarımsal üretimi Avrupa piyasalarından gelen talebe göre düzenlediği görüldü. 19. yüzyılda Avrupa ülkelerinin Osmanlı ülkesine sınaî mamul ihracatı, Osmanlı zanaatlarını zayıflattı ve Osmanlı’da oluşan sanayilerin kısıtlı gelişmesini belirledi. Osmanlı Devletinin toprak bütünlüğünü korumak için yabancı sermayedarlara iktisadî tavizler vermesi, ve devletin malî açıklarını idare etmek için Avrupa ülkelerinden iflas edinceye kadar borçlanması çevreleşme sürecinin tamamlayıcı unsurları idi. 19. yüzyılda Osmanlı tecrübesinde iç ve dış etkenlerin rolünü doğru saptamak, sadece dünü değil, bugünü anlamak için de elzemdir.

Ülkeler arası tahakküm üzerine görüşler
19. yüzyılda yükselen ve Birinci Dünya Harbine yol açan yayılmacı politikalara (emperyalizme, müstemleke imparatorluğu kurma politikasına, paylaşma savaşına) karşı mücadele eden insanlar, bu politikaların mahiyetini sorgulayıp dinamiklerini anlamaya çalışmıştır.

Emperyalizmin temelinde maddî saikler olduğunu öne sürenlerin başında Marxçılar gelmektedir. Lenin (2001) ve Luxembourg (1969) gibi yazarlar emperyalist siyasetin kapitalist iktisadî sistemin gelişmesinin kaçınılmaz gereği olduğunu öne sürmüştür. Luxemburg, gelişmiş kapitalist ülkelerde sermayedarların üretilen hâsılayı satabilmek için başka ülkelerde kendilerine yeni piyasalar açmaya mecbur olduğu kanısında idi. Lenin de gelişmiş kapitalist ülkelerde şirketlerin tekelleştiğini, bu şirketlerin ülkelerinde yatırım fırsatlarının azalması ve kâr hadlerinin düşme eğilimi karşısında sermaye ihracına zorlandığını, devletlerin dünya piyasalarını paylaşmak için savaşmaya kadar gittiğini kaydetti.

Az gelişmiş ülkelere borç veya doğrudan yatırım şeklinde sermaye ihraç eden ülkelerin genellikle ihraç ettiklerinden fazlasını temettü ve faiz şeklinde aldığı bilinmektedir. Ne var ki az gelişmiş ülkelerde kâr hadlerinin genel olarak gelişmiş ülkelerdekinden daha yüksek olduğuna dair bir gözlem yoktur. Ayrıca, gelişmiş ülke kaynaklı finansal sermaye hareketlerinin ve doğrudan yatırımların büyük kısmı, yine gelişmiş ülkelere yönelmektedir. Bu tespitler, gelişmiş ülke sermayedarlarının az gelişmiş ekonomilerden yatırım alanı olarak istifade ettiğini, ama gelişmiş ülkelerde sermaye birikiminin çevre ülkelerine yatırım yapmaya bağımlı olmadığını düşündürmektedir. Başka ülkelerdeki ham madde kaynaklarını kontrol gayreti de sermaye birikimini destekleyen bir çaba olarak görülebilir.

Schumpeter gibi bazıları kapitalizmin savaş ve siyasî yayılmacılık gereksemediğini öne sürmüştür. Ona göre harpleri çıkaran, soyluların ve askerlerin sürdürdüğü eski muharip geleneklerdir ve siyasî önderlerin ihtiraslarıdır. Emperyalist politikaların kendi toplumlarına yüklediği külfet, ve bu politikalarının maddî kazançlarının daima kesin olarak hesaplanamaması kapitalist menfaatler ile yayılmacı politikalar arasındaki ilişkinin zaman zaman sorgulanmasına sebep olmaktadır. Örneğin Amerikalı sosyalist sosyolog James Petras (2005) ABD’nin 2003 Irak istilâsının iktisadî saiklerini sorgulayarak ABD petrol şirketlerinin Irak’a karşı bir savaşta menfaati olmadığını, istilâyı sürükleyenin İsrail ve onun ABD hükûmetindeki yandaşları olduğunu ve bu kişilerin maddîden ziyade ideolojik saiklerle hareket ettiğini iddia etmiştir.

İkinci Dünya Harbinden sonra müstemlekeler siyasî bağımsızlık kazandıkça emperyalizmi esas itibariyle siyasî bir proje olarak görenlerin nezdinde emperyalizm dönemi sona erdi. Halbuki gelişmiş kapitalist ülkelerde şirketler büyümeğe devam etti; millî tekeller çok uluslu şirketlere evrildi; ABD ve diğer gelişmiş kapitalist ülke devletleri fakir ülkelerde askerî müdahaleler yaparak ve işbirlikçi istibdatları ayakta tutarak buralarda şirketlerinin faaliyetlerini desteklemeğe devam etti. Bu dönemde bazı yazarlar (Baran 1974, Amin 1986, Emmanuel 1969: bağımlılık yaklaşımını geliştiren ‘yeni Marxçılar’) şirket faaliyetlerinin çevre ülkeleri üzerindeki toplumsal geriletici ve çarpıtıcı etkilerini inceleyerek emperyalizm kelimesinde (görünürde) bağımsız ülkeler arası kapitalist sömürü ilişkileri anlamını ön plana çıkardı. 20. yüzyılın ikinci yarısında dünya sistemi yaklaşımı, kapitalizmin tarihsel maddeci tahliline yeni bir derinlik getirdi. Bağımlılık yaklaşımı ve dünya sistemi yaklaşımının etkisiyle kapitalizmi organik bir bütün olarak görüş, ve az gelişmişlik ile gelişmişliği tek bir sürecin sonucu olarak algılayış yayıldı.

Soğuk Harp döneminde gelişmiş kapitalist devletlerinin az gelişmiş ülkelerde Süveyş müdahalesi ve Vietnam Harbi gibi askerî harekâtları, birçoklarına iktisadî tahakküm güdülü emperyalizmin devam ettiğini düşündürmekte idi. Buna mukabil ABD ve müttefikleri, askerî ittifaklarının ve askerî müdahalelerinin Sovyet yayılmacılığına karşı savunma amaçlı olduğunu iddia ededurdu. SSCB’nin dağılması ve birçok sosyalist toplumda kapitalizmin yeniden inşasının ardından dünyada ideolojik rekabetin şiddeti azaldığı yıllarda ABD ve müttefiklerinin Balkanlarda, Orta Asya’da ve Irak’ta askerî müdahaleleri, emperyalizmin kapitalizmin tabiatından kaynaklandığı yolundaki görüşleri doğruladı.

Merkez ülkeleri, siyasî ve askerî ağırlıklarını çevre ülkeleriyle iktisadî ilişkilerine de yansıtmaktadır. Birinci Körfez Savaşından ve SSCB’nin dağılmasından kısa süre sonra 1994’te Uruguay müzakere süreci tamamlandı. İmzalanan anlaşmalar, neoliberal projeye dünya çapında bir ivme sağladı. Anlaşmaların oluşturduğu hukuk, kendine yeter bir ekonomi kurma ve kendi kaynaklarına dayanan bir millî kalkınma gayretinin önüne engeller yığmıştır. Örneğin devletin doğrudan yatırım yapmak isteyen yabancı şirketlere şart koşmasını yasaklayan, devletin stratejik sektörlerde şirketleri sübvansiyonlamasını yasaklayan, fikrî mülkiyet haklarını güçlendiren anlaşmalar az gelişmiş ülkelerin sanayileşmesinin önünde birer engel teşkil etmektedir. Tarım ticaret düzenlemeleri de az gelişmiş ülkelerde milyonlarca üreticiyi ve tüketiciyi mağdur etmektedir. ABD ve AB çiftçilerini cömertçe sübvansiyonlayarak gıda maddesi ihraç etmektedir. Az gelişmiş ülkeler tarım ürün ithalatını serbestleştirdikçe merkez ekonomilerinin sübvansiyonlu tarımsal ihracat politikası birçok çevre ekonomisinde tarımı çökertmektedir.

Bu arada iktisadî tahakkümün siyasî maksatlarla kullanıldığına da tanık oluyoruz. ABD’nin 1990’larda Irak’a on yıl uyguladığı iktisadî yaptırımın toplumsal tahripkâr etkisi, ve İsrail ile merkez ülkelerinin Filistin halkına uyguladığı iktisadî yaptırımın etkisi bu silâhın ne kadar keskin olduğunu gözler önüne serdi. İktisadî yaptırımları eleştirenler, bunların etkisinin kitle imha silâhı mesabesinde olduğuna dikkat çekmektedir.

Ülkeler arası örtük sömürü
Araştırmada ölçüm ve kanıtlamaya önem veren pozitivistler açısından, ülkeler arası iktisadî tahakkümden bahsetmek için onun varlığını ispatlamak gerekir. İktisadî ilişki içinde olan fertler ya da milletler arasında servet farkının mutlaka birinden ötekine haksız bir kaynak transferi olduğu anlamına gelmeyeceği iddiasını geçiştirmek mümkün değildir. Bir ülke diğerinin tabiî kaynaklarını zapt edip işlettiğinde, veya bir ülkeye yapılan dış yatırım kendini aşan bir kâr transferine yol açtığında, ülkeler arası kaynak transferi apaçıktır. Ama siyasî olarak bağımsız ülkeler arasında zorlamasız serbestçe yapılan mal ticaretinde zengin tarafın servet birikimine daha çok yarayan bir transfer mekanizması olduğunu göstermek daha zordur.

Olağan ticarette bir tahakküm (eşit olmayan alışveriş) olduğunu kanıtlamak zordur çünkü herhangi iki mal arasındaki mübadele oranının adaletsiz olduğunu gösterecek, herkesin üzerinde anlaştığı bir değer ölçüsü keşfedilememiştir. Soru (örneğin) bir otomobil ile pamuklu kot kumaşının hakkaniyetli mübadele oranının ne olduğudur. Eski çağlardan beri önerilen bir değer ölçüsü, emektir; malların üretiminde harcanmış emek miktarını malın değeri saymaktır. Emmanuel, emek değer teorisine dayanarak ülkeler arası ticarette eşit olmayan mübadelenin nasıl gerçekleştiğini izah etmiştir. Ne var ki, malların piyasa fiyatlarının emek içeriklerine tekabül ettiğinin ispatı zor olduğundan Emmanuel’inki gibi çalışmalar çok etkili olmamıştır.

Daha yakınlarda ticarette karşılıksız kaynak transferini ölçmek için başka bir yöntem ortaya atıldı (Köhler 1998). Merkez ülkelerinde hemen tüm fiyatların daima çevre ülkelerindekinden ‘yüksek’ olduğu bilinir; bu gerçeği merkezden çevreye ve çevreden merkeze yolculuk yapan her seyyah fark eder. Bu fiyat karşılaştırması bir para cinsinden fiyatları cari kur ile diğer ülkenin parasına çevirerek yapılır. Yani bu nispî pahalılığın ve ucuzluğun sebebi, iki para cinsi arasındaki kurun, o iki paranın satın alma gücüyle mütenasip olmamasıdır. O hâlde malları nispeten ‘ucuz’ olan ülke, fiyatları ‘yüksek’ olan ülke ile ticaret yaptığında mallarını ucuza satmış ve ötekinin mallarını pahalıya almış; yani haksız bir kaynak transferi yapmış olmaz mı? Bu transferi somutlaştırmak ve ölçmek için, adil olan, yani iki paranın mal satın alma gücü ile orantılı olan kuru hesaplamak gerekir. Son yirmi yıldır bazı uluslar arası örgütler, millî hâsılaları karşılaştırmak maksadı ile ‘satın alma gücü paritesi’ denilen, satın alma gücünü yansıtan farazî kurları hesaplamaktadır.[1] Bu sayede, ticarette karşılıksız transfer (ülkeler arası ticarette sömürü) dolar olarak ölçülebilmektedir (Köhler 1998; Somel 2007). Bu yöntemle Köhler (1998) örneğin 1993’te az gelişmiş ülkelerin paralarının düşük kuru sebebiyle bunların OECD ülkelerine yaptığı ihracatta 1.06 trilyon dolar zarara uğradığını, yani 1.06 trilyon dolarlık karşılıksız mal transferi yaptığını, ve bunun az gelişmiş ülkelerin toplam hâsılasının yüzde 22’sine, OECD ülkelerinin toplam hâsılasının yüzde 6’sına tekabül ettiğini hesaplamıştır.

Başka bir ülkeler arası örtük sömürü sorunu, altın karşılıksız kâğıt para rejimiyle ortaya çıkmıştır. Para arzının bankalardaki altın ve gümüş stoklarına bağlı olduğu devirlerde ülkelerin dış ticarette fazlaları ve açıkları, ülkeler arası kıymetli maden akımlarına yol açmakta, ve bir ülkenin dış ticarette verebileceği fazlayı veya açığı kıymetli maden stokları sınırlamakta idi. Bu (talan ve fiyatlarla oynama bir yana) ticarette istismara bir set çekmekte idi. Örneğin, İngiltere 18. yüzyılda ve 19. yüzyılın ilk yarısında Çin’den yaptığı ithalâtı ihracatı ile karşılayamıyordu. Bu sebeple ticaretini dengelemek için müstemlekesi Hindistan’dan Çin’e ihracat yapmakta, bu arada kaçak afyon ihraç etmekte idi. Çin Devleti ülkesine afyon kaçakçılığını engellemeye girişince İngiltere Çin’e 1834-43’te ve 1856-60’da askerî müdahale yaparak Çinlilere iradesini bir dizi istismarcı antlaşma ile kabul ettirdi (Afyon Harbi). Bu olayda dikkate değer olan, madene bağlı para rejiminin, İngiltere’yi Çin ile ticaretini reel olarak dengelemeye mecbur etmesidir.

Buna mukabil, ABD 1971 yılında o tarihe kadar geçer olan, doların altına çevrilebilirliğini kaldırdı. Böylece dünya ödemeler sisteminin altınla bağlantısı ortadan kalktı. Bu kısıtın kalkması, ABD’ye, dünya dolar arzını dünya ticaret haciminin büyümesiyle hemahenk artırmak şartıyla, kendi dış ticaret açıklarını altın karşılıksız dolar ihraç ederek karşılama imkânı verdi. Yani banknot denilen matbu kâğıt parçaları karşılığında mal ve hizmet ithal etme imkânı verdi.

Son yıllarda ABD doları, diğer rezerv paralar (euro, yen) karşısında değer yitirme eğilimindedir. Bu eğilim ABD’nin dolar arzını dünya dolar talebinden daha çok artırdığını işaret etmektedir. Hem ABD devletinin hem de ABD hane halkı kesiminin negatif tasarruf oranları ABD toplumunun bu sayede ürettiğinden fazla tüketme iptilâsına düştüğünü göstermektedir. Bu tüketimin devamı, ABD dolarının rezerv para olarak kullanımının devamına bağlıdır. ABD doların değer ve itibar kaybı karşısında devletlerin dolar tutmaya isteksizleşmesinden korkmaktadır. İran, Küba, Venezüela, Kuzey Kore gibi devletler dış ticarette euro kullanmayı tercih etmektedir. Malezya bir tarihte İslâmî altın dinar kullanımını önermiştir. ABD dolarının bu rezerv para konumu için, bir kritik metaın -petrolün- hangi para ile satıldığı önemlidir. Karar hâline gelmemiş olmakla birlikte, OPEC (Petrol İhraç Eden Ülkeler Teşkilatı) petrolü euro ile fiyatlandırma eğilimi mevcuttur. Irak’ta Saddam idaresinin 2002’de Birleşmiş Milletler kontrolü altında ihraç ettiği petrolü euro cinsinden fiyatlandırma ve euro karşılığında satma teşebbüsü ve bunun OPEC’i harekete geçirmesi ihtimali, ABD’nin Irak’ı istilâsının sebepleri arasında olsa gerektir. Özetle, ABD’nin askerî ve siyasî baskılarla sürdürdüğü dolar hegemonyası, devasa bir küresel maddî istismar mekanizmasının altyapısını oluşturmaktadır.

ABD’nin bütçe ve cari işlemler denge açıkları, ve dolar hegemonyasının merkez bankalarının dolar tutma isteğine bağlı olduğu, ABD’nin emperyalist bir devlet olarak zayıfladığı intibaını uyandırmamalıdır. ABD’nin ekonomisindeki zaaflara karşılık, çok uluslu şirketleri, uluslar arası kuruluşlardaki nüfuzu ve askerî kudreti bu devletin dünyada emperyalist gücünü muhafaza etmektedir. Bu sebeple ABD’nin Avrupa’daki müttefikleriyle birlikte dünyanın herhangi bir yerinde savaş çıkarma potansiyelini ve tehdidini ciddîye almak gerekmektedir.

Kapitalizmin çevresel tahribatı da ülkeler arası bir örtük sömürüye vesile olmaktadır. İhtiyaç karşılama yerine kâr ve sermaye biriktirme güdüsü ile üretim yapan sistem ormanları tahrip etmekte, havayı ve suları kirletmekte ve ekilebilir toprakların verimini tüketmektedir. Bu tahripkâr etkilerin çoğu üretim ve tüketim mahallinde kalmamakta, uzak bölgelere yayılmakta; bu yayılma tabiî çevreyi çok tüketenlerin az tüketenlere zarar verdiği bir duruma yol açmaktadır. Merkez ülkeleri fert başına atmosferi en çok kirleten ülkelerdir. Bu endişeler bilim insanlarını metaların ‘ekolojik izini’ hesaplamaya sevk etmiştir. Ekolojik iz, bir metanın üretiminde kullanılan tabiat kaynaklarının (tarlaların, ormanların, madenlerin vs.) yer yüzölçümüne dönüştürülmüş metre kare cinsinden ölçüsüdür. Merkez ülkeleri ile çevre ülkeleri arası ticarette ekolojik iz hesaplaması yapan araştırmalar, merkez ülkelerinin ihraç ettiklerinden çok daha fazla ekolojik iz ithal ettiklerini ortaya koymaktadır (Lipke 2003; York vd. 2003). Başka bir deyişle merkez-çevre ticaretinde merkez ülkeleri fakir ülkelerden karşılıksız bir ‘tabiî çevre ithalâtı’ yapmakta, yani bu ülkeleri tabiat varlıklarını ve tabiî çevrelerini tahrip ederek ihracat yapmaya mecbur etmektedir. Gelişmiş kapitalist ülkelerin övündüğü ve dünyaya medeniyet olarak sunduğu ‘hayat tarzının’ gerisinde böyle bir ekolojik sömürü mevcuttur.

Ülkeler arası sömürünün örtük (veya açık?) başka bir boyutu beyin göçüdür. Fakir çevre ülkelerinde toplumun kıt kaynakları ile yetiştirdiği vasıflı işgücü, merkez ülkelerine göçerek, kendilerine yapılmış toplumsal yatırımı merkez ülkelerine taşımaktadır. Merkez ülkelerde sosyal bilimciler vasıflı insan gücünü kaybeden çevre ülkelerin dolaylı olarak yararlanabileceğini öne süren araştırmalar yayınlamaktadır. Bu yararın biri göçenlerin ülkelerine gönderdiği dövizdir; daha çok önem verilen ikinci yararı, göçme imkân ve ümidinin çevre ülkelerinde fertleri öğrenime daha çok ‘yatırım’ yapmaya sevk edebileceği, ve bu hevesle öğrenim görenlerin bir kısmının göçemeyip yurdunda kalacağıdır (Commander vd. 2003; Beine vd. 2001). Bu tahliller vasıflı insangücü kaybına uğrayan çevre ülkelerinin maddî zararını ve bedava hazır vasıflı insangücü kazanan merkez ülkelerinin kazancını göz ardı etmektedir. Örneğin Afrika ülkelerinden Avrupa’ya ve Kuzey Amerika’ya her yıl 20000 sağlık personeli göçmesinin, ve Ghana ve Zimbabve gibi ülkelerin yetiştirdiği hekimlerin çoğunun ülke dışında çalışmasının bu toplumlarının sağlığına etkileri gibi sorunları hesaba katmamaktadır (Blanchet ve Keith 2006). Bireysel özgürlük meselesi olarak değerlendirilen bu göç, çevre ülkelerinde sınıflar arası uzlaşmanın çözülüşünün en bariz belirtilerinden biridir.

Sınıflar arası tahakküm
20. yüzyıl kapitalizmin geliştiği ve emperyalizmin sürdüğü bir yüzyıl olmakla birlikte, özellikle İkinci Dünya Harbinden sonra, burjuva sınıflar 19. yüzyıla nispetle ehlileşmiş ya da medenîleşmiş göründü. Merkez ülkelerinde 1914 ile 1945 arasında iki dünya harbini yaşamış, Rusya’daki sosyalist devrime tanık olmuş, dünyayı sarsan 1929 iktisadî buhranından geçmiş ve faşizm belâsını görmüş olan burjuva sınıfı, dedelerine kıyasla emekçi sınıflarıyla uzlaşmaya daha yatkındı. Bu uzlaşma eğilimi sonucunda kapitalist dünya sisteminin merkezlerinde refah devleti gelişti. İktisat politikalarında tam istihdamı sağlamak öncelik kazandı. Sosyal demokrasi denilen siyasî akım güçlendi.

Çevre ülkelerinde de ulusal kurtuluş mücadeleleri sonucu müstemlekeler bağımsızlığa kavuştu. Ulusal kurtuluş emekçilerin aktif katılımı ile ve sınıflar arası ittifaklarla başarılmıştı. Zaferden sonra emekçiler ‘millî’ nitelikli hükûmetlerinden kalkınma ve refah beklemekte idi. Çevre ülkelerinin birçoğunda (Latin Amerika ülkelerinin yanı sıra Türkiye’de, Mısır’da, Suriye’de, Irak’ta vs.) devletin güdümünde ithal ikameci sanayileşme uygulandı. Mısır’da, Irak’ta, Suriye’de ve Cezayir’de toprak reformu yapıldı. Gerçi 1945-1980 arasında bu ülkelerde uygulanan kalkınma politikaları genellikle toplumun en yoksul kesimlerini (bilhassa yoksul köylüleri) ihya etmedi. Ama yine de bu devletlerin politikalarında halkçı ve sosyal adaleti gözeten bir doğrultu ve söylem hâkim idi (Beinin 1999). Uluslar arası alanda da çevre ülke devletleri bağlantısızlar hareketi gibi siyasî inisiyatifler geliştirdi.

Gerek merkez ülkelerinde gerek çevre ülkelerinde burjuva sınıfların emekçileriyle uzlaşmasında (merkezde burjuvaların sosyal demokratlaşmasında ve çevrede burjuvaların ulusallaşmasında) sosyalizmin ideolojik rekabetinin (ve sosyalizm tehdidinin) ne kadar önemli rol oynadığı, neoliberal dönemde anlaşıldı. SSCB’nin çözülmesi ve Çin’in kapitalizmi tekrar ihya etmeye başlaması ile, merkez ülkelerinde burjuva sınıflar neoliberal dönüşümü başlattı.

Çevre ülkelerinde de egemen zümreler neoliberal projeyi benimsedi ve merkez ülke devletleri ile ve bunların güdümündeki uluslar arası kuruluşlarla işbirliği yaparak projeyi emekçilere dayattı. Neoliberal politikalar gelir dağılımını bozmakta, ücretleri baskı altına almakta ve mülk gelirlerini artırmaktadır (UNCTAD 1997). Kalkınma söyleminde sosyal adalet endişesi arka plana itilmiş ve ülkenin kendine yeterliğini artırma düşüncesi terk edilmiştir. Kapitalizmin neoliberal rejiminde merkez ülkelerinde ve daha yoğun biçimde çevre ülkelerinde emekçiler dünya hâsılasını barbarlık ve zulüm diye tasvir edilebilecek şartlarda çilehanelerde üreterek ömür tüketmektedir.

Neticede, 1945-1980 dönemine nispetle günümüzde çevre ülkelerinde dış iktisadî tahakküm ile sınıflar arası tahakküm daha çok iç içe geçmiştir. Bazı toplumbilimciler dünyada egemen bir ‘ulus ötesi sınıfın’ oluşmakta olduğundan bahsetmektedir (Sklair 1994). Bu sınıfta önde gelen zümreler sermayedarlar, yüksek gelirli serbest meslek erbabı, yüksek rütbeli kamu görevlileri, basın-yayında köşe başlarını tutanlardır. Çevre ülkelerinde bu zümreler tipik olarak iktisadî liberalizmi savunmakta, çok uluslu şirketlerle, merkez ülke devletleriyle ve merkez ülkelerin sivil toplum kuruluşlarıyla iş veya işbirliği yapmaktadır.

Samir Amin, çevre ülkelerinde egemen zümrelerin merkez ülke devletleriyle işbirliğine eğilimli olduğunu, bu sebeple çevre ülke devletlerinin dünya sisteminden gelen talepleri ve yönlendirici sinyalleri ülkede uyguladığını, bunun devlet ile halk arasında yarattığı çelişki sonucu çevre ülkelerinde demokrasi imkânının zayıf olduğunu 1960’lardan bu yana yazmaktadır. Benzer bir görüşle Osvaldo Sunkel 1971’de az gelişmiş ülkeler için “Uluslar arası bütünleşme, ulusal parçalanmaya götürmektedir” tespitinde bulundu. Bu tespitler, millî kalkınma görüntüsünün hâkim olduğu 1945-1980 yıllarında ‘müfrit’ görünebilirdi. Bu tespitlerin isabeti günümüzde neoliberal dönüşüm sürecinde daha iyi anlaşılmaktadır. Kapitalizm toplumsal dayanışma kurumlarını ve kültürünü çürüttüğü gibi, işbirlikçi rejimlerden ümidini kesen kitlelerin milliyet, din veya mezhep kimliklerine sarılarak çatışmasına ortam yaratmaktadır.

Sınıfsal sömürüye ilâveten, cinsiyet ayırımcılığının ve azınlıklara karşı ayırımcılığın emekçileri itaate zorlama ve sömürme aracı rolünü de zikretmek gerekir. Burjuva sınıfları sistemden mağdur olan her sosyal gruba (kadınlara, çeşitli azınlıklara) ayrı ayrı hitap eden bir kimlikler sosyolojisi geliştirmekle, mağdurların bütün bu sorunları çözecek evrensel bir projede birleşmelerini şimdilik önleyebilmektedir.

Sonuç
Bu yazıda dünyada mazlum halkların, hiçbir şekilde etkileyemediği karar süreçlerinin mağduru olan kitlelerin maruz kaldığı iktisadî tahakküm şekillerine ve bunlar üzerine geliştirilen görüşlere değindik. Coğrafî ve tarihsel özelliklerinden ötürü, iktisadî tahakkümün en ağır ve aşırı örneklerine Orta Doğu ülkelerinde rastlanmaktadır: tek bir madene (petrole) dayanan ve devlet hazinesinin bir aileye ait olduğu rant ekonomileri; merkez ülkelerinin uyguladığı iktisadî abluka ve baskı altındaki Filistin; Birleşmiş Milletlerin on yıl insanlık dışı iktisadî yaptırımlar uyguladığı, ve işgal sonrasında talan edilen Irak; egemen sınıfların uyguladığı neoliberal reformların emekçi sınıfların geçimini daraltıp iflahını kestiği bütün Orta Doğu ülkeleri.

Kapitalist dünya sistemine teslim olan ve onunla bütünleşen her toplum ister istemez iktisadî tahakküme ve sömürüye maruz kalmaktadır. Doğu toplumlarının içinde bulunduğu zilletten kurtulmasının birinci şartı, bu tahakkümün tesir alanından çıkmaktır, huruç etmektir. Dünya sisteminin tahakküm alanından çıkmak, toplumun sosyal ve iktisadî kararlarını dünya sisteminin etkisi ve mantığı dışında alması demektir. Ne üreteceğini, ne tüketeceğini, ne ihraç edip ne ithal edeceğini, ürettiğini nasıl bölüşeceğini dış baskı ve telkinlere rağmen, kendi toplumsal tercihleri doğrultusunda kararlaştırmasıdır. Fikrî mülkiyet korumasından ithalât rejimine, ülke dışına sermaye hareketlerinden vasıflı insangücünün göçüne, çevre korumasından tarımsal desteğe kadar her alanda politikayı toplumun ihtiyaç ve tercihleri doğrultusunda saptamaktır.

Kapitalizmden kâm alan zümrelerin menfaatlerini sıkı dayanışma içinde ve ülkeler arası ittifaklarla koruduğu günümüzde, sistemin yarattığı sorunlardan azat olmak isteyen halkın hangi sınıf ve zümrelerden oluştuğunu saptayarak birleştirmek, başarılı bir huruç stratejisi için elzemdir. Keza huruçta başarı için halkların ülkeler arası dayanışma imkânlarını araştırmak da önemlidir.

doğudan dergisi yukarıda değinilen tahakküm sorunlarını tartışarak çözüme ışık tutacak yayınlar yapmayı amaçlamaktadır. Dergiyi yayınlamaktaki emelimiz içinde bulunduğumuz fikrî kuşatmadan huruç etmeye yarayacak bir zemin sunmaktır: sorunlarımızı tahlil ederken egemenlerin dayattığı bilimsel nazariyeleri sorgulamak, avrupamerkezcilik ve modernleşmecilik gibi önyargılardan sıyrılmak ve insanlığın sorunlarına bölgemizin tarihî tecrübesinden hareketle evrensel çözümler geliştirmektir. doğudan’ın bu yönde çabalara katkı yapmasını temenni ediyoruz.

Kaynakça
Amin, Samir. 1986. La déconnexion; pour sortir du système mondial. Paris. Éditions La Découverte.
Avramidis, Soula. 2006. Famines are an advertisement for imperialism. http://www.networkideas.org/news/july2006/Famines.pdf
Baran, Paul. 1974. Büyümenin ekonomi politiği. Çev. Ergin Günçe. İstanbul. May Yayınları.
Beine; M., Docquier, F., Rapoport, H. 2001. Brain drain and economic growth: theory and evidence. Journal of Development Economics. 64. cilt. 275-289. s.
Beinin, Joel. 1999. The Working Class and Peasantry in the Middle East: From Economic Nationalism to Neoliberalism. Middle East Report. Spring 1999. 18-22.
Blanchet, K. ve Keith, R. 2006. A Permanent Drain of Trained Health Personnel: Africa’s Medical Deficit. Le Monde Diplomatique. December.
Commander, S., Kangasniemi, M, Winters L. A. 2003. The Brain Drain: Curse or Boon? IZA Discussion Paper No. 809.
Emmanuel, Arghiri. 1969. L’échange inégal. Paris. François Maspero.
Köhler, G. 1998. The Structure of Global Money and World Tables of Unequal Exchange. Journal of World-Systems Research. Vo. IV. No. 2. Fall. 145-168.
Lenin, V. İ. 2001. Emperyalizm: Kapitalizmin en yüksek aşaması. İstanbul. Evrensel Basım Yayın.
Lipke, Jürgen “Unequal Exchange and Ecological Consumption – a Quantitative Study of Dependency Structures in the World System”. (Original German published in NORD-SÜD aktuell 4/2003, pp 679-690).
Luxembourg, Rosa. 1969. L’accumulation du capital. Paris. Petite collection maspero.
Petras, James. 2005. The Meaning of War: A Heterodox Perspective. Journal of Contemporary Asia. Cilt 35. Sayı 4. 423-446.
Sklair, L. 1994. Capitalism and development in global perspective. Sklair, L. (drl.) Capitalism and Development. London. Routledge.
Somel, C. 2007. Surplus allocation and development under global capitalism. F. Şenses, E. Yeldan ve A. H. Köse (drl.). The Third World in the Age of Neoliberal Globalization. Nova Publishers.
UNCTAD (United Nations Conference on Trade and Development). Trade and Development Report 1997: Globalization, Distribution and Growth. New York. United Nations. 1997.
York, Ricard, Rosa, Eugene A., Dietz T. Footprints in the Earth: The Environmental Consequences of Modernity. American Sociological Review, 2003, Vol. 68, April, 279-300.


[1] Örneğin Türk parasının dolar karşısında kuru genellikle satın alma gücüne göre kabaca yarı yarıya düşüktür. Bu sebeple Türkiye’nin gelişmiş ülkelere ihracatından kazandığı, mallarının gelişmiş ülke piyasalarındaki değerinin yarısı kadardır.

Sıfırıncı Sayı / Fikri Tahakküm - Nuray Mert


Tarihe noktalama işaretleri koyabilirsek, 11 Eylül 2001, aslında modern tarihin bitim noktasıdır. Seksenli yıllarda, Sovyetlerin yıkılışı ve bunu takiben sosyalizmin başını çektiği, kapitalizme itirazların tümünün iflasının ilan edilmesiyle, tarihin sonunun geldiği ilan edilmişti. Bu, galip gelen tarafın, karşısındakileri hükemen mağlup saydığı, tek taraflı bir ilandı. Galip gelen, modern kapitalizm, burjuva demokrasisi ve liberal söylemdi, tarihin sonu buydu.

Tarihin sonu tezi aslında, modern kapitalizmin dışında yer alan, moderrn kapitalizme eklemlenmeyen veya eklemlenemiyen her şeyi, tarih dışına itmekten ibaretti. Bu bakışa göre, modern kapitalizme karşı durulacak yer, söylenecek şey kalmamıştı. Ancak, tarihin sonun geldiği iddiası, modern tarihin bitiminin değil, ebediliğinin, ölümsüzlüğünün ilanıydı.

Önceleri tarihin sonunun geldiğini iddia eden Fukuyama, 11 Eylül’ün hemen ardından “tarihin sonu”nun sona erdiğini ilan etti. 11 Eylül, modern tarihin ölümsüzlük iddiasına darbe indirmişti, modern medeniyetin kalesi saldırıya uğramış, tarihsel süreç yeniden başlamıştı. Tarihten kovulan, tarih dışı sayılan her şey tarihe geri dönmüştü, bu saldırı modern kapitalizm varolmak için yeniden mücadele etmek durumunda kalacağının işareti sayıldı. Ancak, mücadelenin muhatabı konusunda bir belirsizlik vardı. Sosyalizm, artık bir muhatap olmaktan çıkmıştı, sadece Sovyetler’in çökmesi değil, tüm sol siyasetlerin tarihsel çözülüşü ile tam bir düşünsel-siyasal kuraklık dönemi yaşanmaktaydı. Giderek eşitsizleşen, insani olana uzaklaşan, büyük bir talanın alanı haline gelen bir dünyada, modern kapitalizme ciddi bir itiraz ortalarda gözükmüyordu, sadece yükselen homurtular vardı. Bu homurtulardan en belirgini İslam çıkışlı köktendinci hareketler ve oluşumlardan yükseliyordu. 11 Eylül olayı, muhatabın adının konmasını sağladı; İslamcı fanatizm ve köktendincilik.

Modern kapitalizm, böylece düşmanı üzerinden kendini yeniden tanımlama ve meşrulaştırma fırsatı yakalamış oldu. Siyasetleri, dünya servetinin çoğuna el koyma çabası ve bu el koyma iktidarlarının geleceğini garantilemekten ibaret olan kapitalizmin merkez ülkeleri, düşmanları üzerinden, “fanatiklere” karşı, “özgürlük ve demokrasi savunucuları” olarak, tazelenmiş biçimde yeniden sahneye çıktılar. Diyeceksiniz ki, bu hikayenin neresi yeni? Modern kapitalizmin çıkışı ve tarihsel macerası bundan ibaret değil mi? Veya, bırakın “tarihin sonu”nu ilan edenleri, küresel kapitalizmin, sorunsuzca dünyayı fethedeceğine zaten kim inanabilirdi ki? “Tarihin sonu geldi” diyenler, aslında, bir büyük kavganın yaklaşmakta olduğunun farkında olmayabilirler miydi? Haklısınız, aslında doğrusu, Fukuyama’nın tezini bir öngörü değil, bir büyük meydan okuma olarak görmek gerekir. Zira, 11 Eylül sonrası politikalar, Fukuyama’nın barış içinde gerçekleşeceğini ‘öngördüğü’ şeyin, yani tüm dünyanın ABD öncülüğünde küresel kapitalizme eklemlenmesinin, askeri işgal dahil zorla hayata geçirilmeye girişilmesinden başka bir şey değildir. Nitekim, 11 Eylül sonrası politikaların temel iddiası, yine modern kapitalizmin tarihin son noktası olduğu ve buna karşı duranların tarih dışılığı fikrinden ibarettir. Afganistan’a askeri müdahele ve Irak işgalinin çıkış noktası da buydu.

Aslında, bu yeni bir iddia da değildi, Fukuyama’nın popüler ettiği “tarihin sonu” tezi, Aydınlanma düşüncesinin sığlaştırılmış yeni bir versiyonu olmaktan başka bir özellik taşımıyordu. Aydınlanma düşüncesi, modern toplumu tarihin son noktası olarak görüyor, modern olmayan toplumsal biçim ve düşünceleri tarih dışı sayıyordu. Modern kapitalizme itiraz eden sosyalistlerin (veya komünistlerin) burjuva demokratlarından tek farkı, tarihin son basamağının modern kapitalist toplum mu, yoksa, modern sosyalist toplum mu olduğuydu. Yirminci yüzyılın sonunda, bu ikinci basamak iddiası hükmen mağlup sayılıp, kapitalizm ebedilik iddiasının altını çizmişti.

Peki, 11 Eylül sonrası yaşananların modern kapitalizmin ve onun emperyalist tarihinden temelde hiç bir farkı yoksa, dahası, tarih sahnesinde, bu kez, ona meydan okuyacak ciddi ve güçlü bir itiraz ortalarda gözükmüyorsa, modern tarihinin sonu neden gelmiş olsun? Bence bu sorunun cevabı sorunun içinde gizlidir. Küresel kapitalizmin bir kriz sürecine girdiği noktada, aslında modern tarihin, düşüncenin, birikimin, içinden bir çıkış noktası bulamıyor, ipi pazara çıkmış eski iddialarına sarılmak durumunda kalıyor.

11 Eylül’ü kimin planladığı, El-Kaide’nin ne olduğu, El-Kaide’nin modern kapitalizme itiraz adına bir şey ifade edip etmediği sorularını bir yana bırakalım. Çünkü bu sorulara verilebilecek cevapların karanlık yanları çok olduğu gibi bir yerden sonra bize fazla faydası olmayacak çıkış noktaları olduğu da anlaşılacaktır. Sonuçta, varılan noktada, ilk ilan edilen hedef olan El-Kaide, daha ilk basamakta yani Afganistan’da büyük ölçüde devre dışı kaldı. Irak işgalinde, önceleri adı geçer gibi oldu, ama söylem hızla başka bir yere kaydı: önce kitle imha silahları tehlikesi, daha sonra “otoriter rejimlerle mücadele” önplana çıktı. Irak ardından, ABD’nin bölgedeki kontrolü karşısında engel olarak gördüğü İran ve Suriye’yi hedef alan siyasetinin porpagandasının temel malzemesi haline geldi. Daha soğukkanlı bir perspektiften olanlara bakıldığında görülecektir ki bu söylem çerçevesinde, ondokuzuncu yüzyıl emperyalizminin doruk noktasına çıkardığı Oryantalist dil yeniden üretilmektedir. Otoriter rejimlere karşı, özgürlük ve demokrasi taşıyıcılığı misyonu, doğrudan Batılı beyaz adamın, modern tarihin bir yerinde takılıp kalmış Doğulu’yu kurtarma ana fikrine gönderme yaparak işe başlıyor. Böylece, ‘İslamcı’, ‘fanatik’, ‘otoriter’ gibi terimler üzerinden ‘Doğu’ yine ve yeniden tanımlanıyor ve bu tanım üzerinden kaderi tayin ediliyor.

Bu açıdan emperyalizm ve neo-emperyalizm ile onların dili olan klasik Oryantalizm ve neo-Oryantalizm arasında fazla fark yok. Ancak, klasik emperyalizm modernleşme referanslarıyla işe girişirken, neo-emperyalizm çoğunlukla modern referansları devreye sokmadan, özellikle de muhatapları sözkonusu olduğunda onları reddederek hareket etmek zorunda kalıyor. Birinci Dünya Savaşı sonunda, henüz modernleşme süreçlerinin başında veya dışındaki Ortadoğu toplumlarına ulusalcılık gibi kılıklar biçen emperyalist politikalar, bu kez belli bir modernleşme süreci yaşamış Ortadoğu ülkeleri ve toplumlarını, etnik, dini, mezhepsel ve cemaatsel terimler ile tanımlıyor.

Emperyalist müdahalenin kalkış noktaları, Batı dışı toplumlar için, toplumsal gelişme derecelerine göre, “medeniyet getirme”den başlayarak, “ilerleme”, “özgürlük”, “milli bağımsızlık” gibi modernleşmenin öncü kavramlarıydı. Özellikle de Ortadoğu sözkonusu olduğunda, uluslaşma süreci neredeyse icad edilmiş ve bölgenin tanziminde devreye giren terminolojiyi oluşturmuştur. Osmanlı İmparatorluğunun son yüzyılında yaşanan sancılı modernleşme süreci, Arap vilayetlerinde, Arap milliyetçiliğinin doğmasını tetiklemişti. Arap milliyetçiliğinin gelişim süreci, emperyal müdahalenin açılımlarıyla ayrılmaz biçimde iç içe geçmiştir. Arap milliyetçiliğinin ötesinde, bölgenin tanzimini düzenleyecek şekilde desteklenen Suriye, Irak, Lübnan gibi ulus devletler, tarihler, kimlikler, yine emperyalist müdahelenin açılımları olarak devreye girdiler.

Bugün gelinen noktada, bu bölgede artık dikkate alınması gereken bir modernleşme süreci yaşanmış olmasına ve modern toplum dinamikleri ile modern kimliklerin bu bölgeyi yüz yıl öncesi ile kıyaslanmayacak bir şekilde sarmış olmasına rağmen, emperyalist müdahele, her nedense modern dışı (öncesi veya ötesi) bir dil kullanmakta ısrar ediyor. Modern siyasal kimlikler ve kavramların, bu bölgede hiç bir karşılığı yokmuşçasına, bölgede olanlar, etnik, dini, mezhepsel kimlik ve cemaat ilişkileri üzerinden kodlanmaya başladı. Irak işgalinden bu yana, bölgedeki çatışma, gerilim ve tüm gelişmelerin, Sunni, Şii, Arap, Kürt, Türkmen gibi etnik-dini kimlikler çerçevesinde takdim edildiğine şahid oluyoruz. Modern politik kimliklerin yerini, etnik, dini cemaatler ve cemaat liderleri alıyor. Bir yüzyıl önce Ortadoğu’da böyle bir tablo daha açıklayıcı olabilecekken, o dönem emperyalist müdahele, uluslar, modern politik gruplar ve liderlerden söz ediyor, onların taleplerini dillendiriyordu.

Klasik Oryantalizm, Doğu’nun, durağan yapısı dolayısı ile, tarihin ilerlemeci dinamiğinin dışında kaldığını iddia ediyor, emperyalist müdahele, Doğu’yu bu durağanlığın esiri olmaktan kurtarma misyonunu üstleniyordu. Modernleşme ve uluslaşma gibi açılımlar, bu toplumların da tarihsel kaderleriydi ancak, bu toplumların tarihe katılmalarının önüdeki engeli kaldırmak için emperyalist müdahelenin tarih ebeliğine ihtiyaçları vardı. Bugün gelinen noktada, klasik emperyalist müdahelenin temel çıkış noktalarına paralel göndermelere sıklıkla karşılaşıyoruz. Yine, “özgürleştirme”den bahsediliyor, yine Saddam gibi diktatörler “Doğulu despot” kavramına gönderme yapılarak tanımlanıyor. Zamanında Lord Cromer, nasıl Mısır’lı kadınları özgürleştirmekten söz ediyor, bu ve buna benzer misyonları, İngiliz politiklarına meşruiyet zemini yapıyorsa, bugün çok benzer tezler Afganistan müdahelesi başta olmak üzere, emperyal müdahele için gerekçe olarak dolaşıma giriyor. Daha önce de işaret ettiğimiz gibi, neo-emperyalizmin ve neo-Oryantalizmin klasik şeklinden birçok bakımdan çok fazla farkı yok gibi görünüyor.

Ancak, bugün gelinen noktada, modernleşmenin kendisi müdahele açısından bir engel teşkil ediyor. Bir yandan, Aydınlanmacı ve Oryantalist dilin radikal eleştirisi, bu dili herşeye rağmen aşındırdı, emperyalist müdahele aracı olarak tamamen etkisizleştirmese de ciddi şekilde yıprattı. Diğer taraftan, emperyalist müdahe alanlarında yaşanan modernleşme, çeşitli biçimlerde direnç kaynağı oluşturuyor. Modernleşme sürecinde oluşan/oluşturulan ulus devletler, küresel kapitalizmin gelişiminin önünde bu kez engel olarak çıkıyor. Artık bir direnç ekseni olarak görülen modern siyasal kavramlar ve kimlikler, devre dışı bırakılıyor, bu nedenle bunların yerine dinsel-etnik, cemaat kimlik ve kavramları konuluyor. Ancak, bu yer değiştirmenin modern siyasal dil ile izahı son derece zor. Post-modern siyasal söylem çerçevesinde, tüm modern siyasal kavramları sonsuza kadar çözmek mümkün, ancak post- modernizmin siyasal dilinin yeni emperyalist müdaheleyi gerekçelendirmek gibi bir gücü veya karşılığı yok.

Yeni emperyalist müdahale dalgası, artık Aydınlanma felsefesini arkasına almış, yüksek sesli bir dile sahip değil. “Özgürlük”ten sıklıkla söz ediliyor, ancak, dünyanın neresinde olursa olsun, özgürlük hakkında yüzyıl öncesine göre, iyi kötü fikir sahibi olunan bir dünyada, bu kavramı emperyalist müdahenin bayraktarlığını yaptırmak kolay değil. Evet, “medeniyet” lafı yine sıklıkla geçiyor, ancak artık daha ziyade küçük harfle, ve hemen ardından Blair’in çok sevdiği “hayat tarzı” terimi ileri süslendirilerek kullanılıyor.

Batı kamuoyuna, emperyalizmin müdahele alanlarının modernleşmeden uzak, yine tarih dışı yerler olduğu, fanatizmin, diktatörlüklerin alanı olduğu propagandası yapılıyor. Diğer taraftan ise, Irak’ta yüzlerce akademisyen ve entellektüelin öldürüldüğü, Irak’ın cemaat liderleri, şeyhler, aşiretlerden oluşmadığı, orta sınıfının yok edildiği, kadınların durumunun işgalden sonra kötüleştiği bilgisi yayılıyor. Batı dışı ülkelerin Batı’da yaşıyan aydınlarının bir kısmı, emperyalist müdahelenin ipini pazara çıkarmak için her şeyi yapıyorlar, sadece varlıkları dahi, sözkonusu toplumları Oryantalist olarak yaftalamayı zorlaştırıyor.

Seksenli yıllarda, küresel kapitalizmin siyasal-düşünsel açılımı post- modernizm üzerinden olmuştu. Aydınlanmacı modernizme karşı yükselen, post- modern eleştiri kaynaklı akımlar, küresel kapitalizme itiraz istikametinde değil, tam tersine onu yeni koşullar altında tazeleyecek, dinamize edecek mecrada gelişti. Tarihin sonu, ideolojinin sonu, büyük anlatıların sonu, hasılı tüm sonlar, düşünsel iktidar eleştirisine soyunurken, küresel piyasanın dayatttığı çerçeveyi sorun dışı bıraktılar. Sonuçta, küresel piyasa veya kapitalizm tahakkümünü, karşısına dikilecek tüm engellerden yakasını kurtarmış oldu, mutlak galibiyetini ilan etti. Post-modern eleştiri, ideolojinin sonunu ilan etmekle, kapitalist tahakkümün ideolojik açılım ve dayatmalarını sorgulama dışı bırakmayı kolaylaştırıyordu, özcü yaklaşımlara karşı çıkarken, insanın sadece tüketici olarak tanımlandığı bir dünyanın, kategorilerden arınmış, özgürleşmiş bir dünya olarak takdimini kolaylaştırıyordu.

Sıradan bir tüketici çerçevesinde tanımlanan “birey”in merkezinde olduğu veya olduğu iddia edildiği, sıradan bir tüketim toplumu, onun kuralları ve kavramları, insanın nihai özgürleşmesi olarak tanımlanabiliyordu. 11 Eylül’e kadar, küresel kapitalizmin son açılımı buydu. 11 Eylül ile büyük anlatı geri döndü, ama sesi kısılmış olarak. Post-modernizmin tarihin dışına kovduğu özne tarihe geri döndü, ama “terörist” olarak. Tüketicinin karşına çıkan düşman “terörist” oldu. Fukuyama’nın bittiğini ilan ettiği tarih, modernizmin post-modern evresiydi. 11 Eylül sonrası politikaların, yeniden başlatmaya giriştiği tarih, post-modernizmden geriye dönüşe işaret ediyor. Küresel kapitalizm ve onun zorunlu açılımı neo-emperyalizmin, yine modern büyük anlatı veya anlatılara dayanmak, onları devreye sokmak durumunda.

Ancak küresel kapitalizm, politik modernizmin büyük anlatısını ve kavramlarını tüketmiş vaziyette. Post-modern tüketim kapitalizmi, bir yandan tüketiciden başka hiç bir şekilde tanımlanamıyacak bir insan modeli ve sınırsız tüketimden başka hiç bir ufku olmayan bir toplum (daha doğrusu insan yığını) modeline dayanmak durumunda. Diğer taraftan, alabildiğine eşitsiz bir dünya sisteminin geleceğini garanti altına almak için, büyük anlatılara, modernizmin diline, kavramlarına gerek duymakta. Özellikle, 11 Eylül sonrası yeniden gündeme gelen askeri müdahele ihtiyacı bunu gerekli kıldı. Ufku tüketim dünyası sınırlarına çekilmiş bir toplumda 11 Eylül’ün kendisi, “ulusal” bir referansla, düşmanı üzerinden kendini yeniden tanımlama yolu açtı. Diğer taraftan, dünya çapında bir “misyon” (terörle savaş) tanımı yapılabildi. Bu anlamda, tarihin sonu bitti, tarih yeniden başladı, ama kaldığı yerde tüketilmemiş fazla bir şey yoktu.

Postmodern tüketim kapitalizmi, sosyalizm ve tüm sol siyasetlerin iflasını ilan ederek, “Aydınlanma”nın insanlığa tüm vaadini, serbest piyasa/sınırsız tüketim çerçevesinde sıkıştırıp boğmuştu. 11 Eylül faciasının sunduğu hayat öpücüğü, modern tarihin tükettiği imkânları yeniden canlandırmaya yetmiyor. Yetmediği noktada, emperyal politiklar sıradan korku/güvenlik politiklarına yükleniyorlar. “Terör”, “fundamentalizm korkusu” “İslam fobisi”, bu politikaların düşünsel planda sunabildiği yegâne imkânlar.

Gelinen noktada, şimdilik Ortadoğu’da yoğunlaşan küresel tahakküm harekâtı, düşünsel planda güçlü bir tahakküm çerçevesinden yoksun. Ancak, klasik Oryantalizmin kavram ve semboller dünyasını güncellemek, yeni biçimler etrafında yenden piyasaya sürmek ve bunları “korku” ile desteklemek durumunda. Bu koşullar altında emperyal hegemonyaya itirazı olanların, öncelikle, düşünsel hegemonya alanını sonuna kadar sorgulaması ve deşifre etmesi gerekiyor. Evet, bu hegemonya eskisine oranla fazlasıyla yıpranmış ve ipi pazara çıkmış kavram, sembol ve taktiklere dayanıyor. Ancak hala bir şekilde etki alanı bulabiliyor olması, insanlığın hafızasının ne kadar zayıf olduğunu bir kez daha gösteriyor. Öte yandan, kitle iletişim teknolojisinin gelişiminin sunduğu imkânlar, semboller, imajlar üzerinden yönlendirmeyi çok daha etkin hale getirmiş durumda. Dahası, İslam dünyasının küresel kapitalizm karşısında üretebildiği yegâne direniş zemini olarak gündeme gelen köktendinci hareketler, emperyalist hegemonyanın porpagandasını kolaylaştıran bir tablo sunuyorlar.

Afganistan’dan burkalı bir kadın fotoğrafı, kapitalizmin kadını metalaştırması karşısındaki tüm itirazların önüne çıkabiliyor, bir adım ötede kadın hareketinin neredeyse hemen tamamını (bir kısmı kerhen de olsa) emperyalist hegemonya cehpesine çekebiliyor. Bu noktada halen modern referanslar devreye girebiliyor, bu bir sorun.

Ancak, bu referanslar, daha ziyade “refleks” düzeyinde işliyor, emperyal hegemonyayı uzun süreli ayakta tutacak türden kalıcı ve sağlam bir zemin oluşturmuyor. Yani kimse bu reflekslerin peşinde, çocuğunun Irak’ta ölmesine razı olmuyor. Refleksler adı üzerinde, ani tepkiler, uğruna ölünecek değerler mertebesine çıkamıyorlar. Bu da bir imkan.
Küresel kapitalizmin yirmi birinci yüzyılın başında, insanlığı karşı karşıya getirdiği karanlık ve kanlı bir süreç, bizim önümüze bir dizi sorun ve bir dizi imkan çıkarıyor. Emperyalist hegemonya sorunlar etrafında kendini tazeleme ve pazarlama çabası içinde, ona karşı itirazı olanların da, bu sorunlara yeniden kafa yormak ve imkanlar etrafında umut tazelemek ve politika üretmek durumunda.

Sıfırıncı Sayı / Kültürel Tahakküm - Aydın Çubukçu


Emperyalizm, ilk önce en görünür yanlarıyla algılanır. Piyasayı kaplayan kimi tüketim malları, giyim-kuşam ve alışılmış-geleneksel olana yabancı hayat biçimleri, israf ve sefahat, “dil kirlenmesi” yabancı bir varlığın ilk habercileri gibi görünür.

Bu görüntülerin çizdiği tablo bir tepkiye yol açsa da, genellikle bu tek tek unsurların bağlı olduğu bütünlük fark edilmez. “Emperyalist kültüre karşı mücadele” denilen şey, genellikle yalnızca simgeler ya da sonuçlar düzeyinde bir teşhirden ibaret kalır ve emperyalist kültürün ideolojik içeriği ve bunun derin etkisi üzerinde fazlaca durulmaz. Sanki Mc Donalds, Coca Cola, “Amerikan tarzı yaşam”, "dil kirlenmesi" vs. gibi belirtiler olmasa, emperyalizmin kültürel etkisini ölçebileceğimiz başka bir şey kalmayacaktır!

Simgelere takılıp kalmış “mücadeleler” kısa zamanda aşınıyor ve buna karşı geliştirilen propaganda sonucunda özellikle gençlik arasında emperyalist kültür olgusunun küçümsenmesine, “mücadele”nin de anlamsız görünmesine yol açıyor. Özellikle, her gün ketçaplı köfte dükkânlarının kapısını aşındırmaya alışmış, "hayatın gerçek tadı"nı gazozlarda bulmaya koşullandırılmış bir gençlik kitlesi, bu görüntülere karşı mücadelenin gülünç olduğunu düşünüyor ve buradan emperyalist kültüre karşı mücadelenin modası geçmiş bir oyalanma olduğu propagandasına gönüllü katılıyor.

Nesnelere ve simgelere karşı “mücadele”, hamburger yerine "Tarihi Sultan Ahmet Köftesi" yemenin hayatımızı nasıl değiştireceği, blucin yerine şalvar giyilip giyilemeyeceği, kola yerine "milli gazoz" içmenin mi daha doğru olacağı, dükkân tabelalarının Türkçeleştirilmesiyle neyin değişeceği gibi alaycı soruları yanıtsız bırakıyor.

Hiç kuşkusuz emperyalizmin ekonomik egemenliğini gösteren simgeler, dildeki etkiler, hayat tarzı, özentiler, özlemler, dayatılmış bir kültürün parçaları olarak önem taşıyor ve "kitleler tarafından kucaklandığı ölçüde, birer maddi güç" olarak bütün toplumsal ilişkileri etkiliyor. Bu yüzden de, elbette mücadelenin hedefleri içinde bulunmalılar. Ama bütün bu görünüş öğelerini bir bütün olarak kavramamızı, her birinin bağlandığı temeli görebilmemizi sağlayacak daha genel ve kapsayıcı kategorilere gereksinim duyduğumuz açıktır.

Günümüzde kitle iletişim araçları, tıpkı emperyalist sermaye gibi ve onun desteğinde, sınırları aşıyor, kültürleri deliyor ve yine tıpkı ihraç edilmiş sermayenin genişletilmiş yeniden üretimi için gerekli araçların yaratılmasında olduğu gibi, bu üretim sürecinin gereksinimlerine uygun bir "zihniyet dünyası" yaratmaya koyuluyor.

Emperyalizmin “küreselleşme dönemi”nin kültürü, aslında eski sömürgecilik dönemlerinde uygulanan “kültür politikalarından” çok farklı özellikler göstermiyor. Ama bugün için özellik gösteren, siyasal ve toplumsal hayatımızı dolaysız etkileyen, düşüncemizi emperyalist politikalara uygun olarak biçimlendiren birkaç temel kavram seçilebilir.

Emek Düşmanlığı
Kapitalizmin değişmeyen temel tezi, toplumsal hayatın kurucu öğesinin sermaye olduğudur. Buna göre, emeğin ve emekçi sınıfların dünyadaki varlığı, geçici, üstelik rahatsızlık veren tarihsel bir zorunluluktur; bilimsel ve teknolojik gelişme, çalışmaya ve kol gücüyle çalışan insanların varlığına son verecek düzeye doğru ilerlemektedir, yakın gelecekte de emek, insanın bir özelliği olmaktan çıkacaktır! Bu düş, kapitalizm koşullarında yalnızca bir refah toplumu vaat etmekle kalmıyor aynı zamanda sınıf çelişmelerinden arınmış bir barış dünyasını müjdeliyor! Kuşkusuz burada, “emekten arınmış bir dünya” özleminin emekçi yığınlardan arındırılmış “temiz” bir dünya özlemine karşılık düştüğü görülebilir. Fakat asıl hedef, bu sınıflara dayanarak politik mücadele verenleri, bu sınıfların iktidarını hedefleyenleri “abesle iştigal” eden, “arkaik” akımlar olarak gösterme çabasıdır.
Bu propagandanın bir diğer yönü, "değer yaratmak" işlevini de emekten alarak, "bilgi"ye devretmektedir. Bilgi’ye toplumsal olarak biçilen yüksek işlevsellik, toplumsal ilişkileri sınıf ekseninde yorumlama ve değiştirme üzerine kurulu politik ve teorik zemine yöneltilmiş bir saldırıdır.

Böylece, emek düşmanlığının işçi sınıfını ve emekçileri etkisiz, gereksiz, geri bir toplumsal tabaka olarak göstermenin ötesinde anlamlar kazandığını görüyoruz. Emek düşmanlığı, birbirine bağlı temalarla kurulmuş ve kendine özgü bir bütünlüğü olduğu gözlemlenebilen emperyalist kültür saldırısının temelini oluşturuyor. En önemlilerini sayacağımız diğer argümanlar, bu temel üzerinde yükseliyor.

Bilimsel teknolojik gelişme fetişizmi
Bilim ve teknolojinin doğuşu ve etkisi insanın bilinçli emeğinden ayrı düşünüldüğü anda, fetişlik bir karakter kazanır. Tümüyle insana yabancı, hükmeden, korkutucu bir güç halini alır. Son dönem Amerikan filmlerinde en çok işlenen tema budur. Denetimden çıkmış elektronik aygıtlar, robotlar, kendi kendini programlayarak hayatı yönetmeye başlayan bilgisayarlar, "uzaydan gelen yabancılar" ve onların “uygarlıklar kuran” gücü, insanın tarihsel eyleminin yarattığı deneyim ve bilgi birikimini hiçe indirmektedir. İnsan emeğinin ve bilgisinin ürünü olan her şey, yaratıcı ve yönlendirici mutlak güç halinde, üstelik insana düşman güçler olarak onun karşısına dikilmektedir. Teknoloji, kendisine tabi olmaktan, boyun eğmekten başka yol bulunmayan, gizli bir tapınç nesnesi halinde sunulmaktadır.

Tarihsizlik
Emperyalizmin son dönem ideologlarının en önemlisi olan Fukuyama, SSCB'nin sosyalizmden vazgeçtiğini resmen ilan etmesinden sonra, "tarih bitti" demişti. Bu, toplumsal değişim olanaklarının ve toplumların tarihsel evriminin nesnel olarak bittiği anlamına geliyordu ve kapitalizmin ebedi ve ezeli olduğunun kanıtlanmasıydı!

Aslında emperyalist propaganda odakları SSCB'nin çözülüşünden, ya da Fukuyama'nın ortaya çıkışından çok önce bu temayı işliyordu. Çocuklara yönelik çizgi filmlerden, pahalı Hollywood yapımlarına kadar pek çok sinema ürününde, ister tarihin geçmiş zamanları anlatılsın, isterse binlerce yıl sonrasının "uzay çağı" anlatılsın, kapitalizmin belli başlı özellikleri daima başrolde oluyordu. Amerikan küçük burjuva aile ilişkileri, "sıradan Amerikalının" alışkanlıkları, el-kol hareketleri, yüz ifadesi, Mc Donalds'ın, Coca Cola'nın simgeleri, bilinçaltına işleme yöntemleriyle bize hep aynı düşünceyi iletiyordu: Amerika ve onun toplumsal sistemi (kapitalizm) herhangi bir tarihsel dönemle sınırlı olmadığı gibi, diğer toplumlar için de bundan başka bir hayat düşünülemez!
Bağdat Müzesi’nin yağmalanması ve hiçbir zaman geri getirilemeyecek olan el yazmalarının yakılması, tarihe yapılan bir saldırıydı ve bu saldırının sözde Bağdatlılar eliyle gerçekleştirildiğini ileri süren yalanın özel bir anlamı vardı. Böylece Iraklılar, kendi tarihlerine düşman, kendi değerlerinin yağmacısı ve yıkıcısı olarak kendilerine yabancılaştırılmak, geçmişlerini yok ederlerken kendilerine ait bir geleceği de asla kuramayacaklarına inandırılmak istenmişlerdir. Böyle bir halk, ancak dışarıdan gelen üstün uygarlık sahibi güçler tarafından yönetilebilirdi! “Uzaydan gelen uygarlık” masallarının hayat bulduğu bir sahne olarak kullanıldı Irak. Zaten onlar kurmamışlardı bu toprakların büyük uygarlıklarını, kurtaracak olanlar da dışarıdan geleceklerdi.

Son zamanlarda bu temel ideolojik çizgi, "tarihsel romanlar"la destekleniyor. Mistik masalların tarih diye yutturulmaya kalkışılması, “tarihi polisiye” dizileri hep aynı sloganı tekrarlıyor: Tarih bir masaldır, gelecek yoktur. Gerçek olan "şimdi"dir; geçmişte yaşananlar ve gelecekte yaşanacak olanlar, bu anda yaşadıklarımızdan asla farklı olmayacaktır!

Gerçek ve sanal ayrımsızlığı
Dünyanın nesnel olarak kavranması, insanın tarihsel eyleminin bir sonucudur. Gerçeklik, madde üzerinde doğrudan doğruya denetlenebilir ilişkiler kurarak elde edilebilecek bir bilginin konusudur. Düşler, hayaller, esinlenme, bu sürecin kırılmış, değişik prizmalardan geçip ayrışmış, kendi içlerinde özel türde birleşmeler yapmış yansımalarıdır. Ama bunlar, dışımızdan gelen ve bizimle ilişkisi, bir başkayla ilişki gibi görünen bir etki yaratır.

"Sanal dünya" ise, bundan daha farklı olarak, hiç dolaysız insanın bilimsel teknolojik başarısının bir sonucu olarak ortaya çıkan özel bir alana verilen isimdir. Bizim elimizle, düşüncemizle, olanaklarımızla ortaya çıktığını herkes bilir. Yukarıdan, dışımızdan, bilinmeyen güçler tarafından hayatımıza sokulduğunu kimse söyleyemez. Bir ekranın başına oturuyorsunuz, düğmeye basıyorsunuz ve parasını verip satın aldığınız görüntüleri izlemeye başlıyorsunuz. Ve sonra sizden paranızı alan adamlar, bunun hayatınızdan daha gerçek olabileceğini düşünmenizi, gerçek hangisidir, hayatım mı, sanal âlem mi, diye sormanızı istiyor!

Burada önemli olan gerçeklikle sanallık karışıklığının, siyasal ve ekonomik iktidar gerçeklik düzeyini de kuşatacak kadar genişletilmiş olmasıdır.

“Yabancı bir dünyada, hepimiz yabancı zavallılarız”
Pek çok "bilim kurgu" filminde, olayın geçtiği ülke, coğrafya belli değildir. Zamanın olmadığı yerde mekânın ne önemi var! Ama sorunlar ve çözümler hep kapitalist dünyanın sorunları ve çözümleridir. Kentler, günümüz Amerikan metropollerini çağrıştırır. İnsanlar İngilizce konuşur. Dünyanın, zamanın, kaderin sahibi onlardır. Yaptıkları her işi sonuna kadar denetleyebilirler, her değişen duruma göre hazır planları vardır, hiç şaşırmazlar, yanılmazlar, zayıf düşmezler. Geriye kalanlar ise, seyirciler de dâhil olmak üzere, bilmedikleri bir coğrafya üzerinde, zaman duygusunu kaybetmiş halde yaşamalıdırlar. Kendi eylemlerinin sonuçlarını denetleyemeceklerine inandırılmalılar ve herhangi bir iş için, özellikle kendi geleceklerini değiştirmek için parmaklarını kıpırdatmamalılar.

Sonuç
Emperyalizmin kültürel saldırısı, tümüyle kendi gücüne olan inancını ve kendine ait bir gelecek kurma iradesini yitirmiş yığınlar yaratmaya yöneliktir. Bu amaçla, başta tarihi gerçekler ve tarih bilimi olmak üzere gelenekler, inançlar, kültürel değerler, toplumsal örgütler ve ilişkiler, farklı etkilere sahip araçlarla yürütülen bir saldırı altındadır.

Kuşkusuz, kültürel baskı ve saldırıya karşı mücadele, yalnızca kültürel araçlarla ve yalnızca kültür alanında sürdürülemez. Ancak burada dayanılması gereken temel güç, saldırının ana hedefi olan emek hayatı olmalıdır.

Wednesday, April 2, 2008

Sıfırıncı Sayı / Siyasi Tahakküm- Mehmet Bekaroğlu



“Doğu Konferansı”na Doğru...

Irak’ın bombalandığı günlerde “Bir de bölgemize, coğrafyamıza bakalım” başlığı ile yaptığımız çağrıdan sonra başlayan Ankara buluşmaları kısa bir süre sonra, Nisan 2003’te platforma dönüştü. Platformun adı “Asya-Afrika Dayanışma Konferansı” ya da kısaltılmış olarak “Doğu Konferansı” oldu. Amacı, “bölgemize yönelmiş olan ekonomik, siyasi ve askerî saldırılara karşı direnişin kültürel cephesini oluşturmak için bölge ülkeleri aydınları ile ortak etkinlikler yapmak” diye tespit edilen Doğu Konferansı Mayıs 2003’te aşağıdaki çağrıyı yaparak yola koyulmuştu.

“Tarihin dönüm noktalarından birini yaşıyoruz. Ne yazık ki, bu dönüm noktası, insanlık için kaygı verici bir geleceği işaret ediyor. Çok uluslu şirketlerin kârını artırmayı en önemli amaç ve değer olarak gören yeni küresel anlayış ve onun iktidarını temsil eden ABD öncülüğündeki güç ittifakı, uzunca bir süredir, insanlığı ve hatta gezegenin tüm canlı varlığını tehdit ediyor.

11 Eylül’den sonra, bu tehdit, daha somut ve askeri bir şekil aldı. Önce Afganistan işgal edildi, teröre destek veren rejimi değiştirmek adına bir ülke yerle bir edildi, binlerce insan katledildi. Geride kukla bir hükümet ve tam bir kargaşa ortamı bırakılarak yeni hedeflere yönelindi. ABD, küresel emperyal bir güç olarak, Filipinler, Suudi Arabistan, Katar, Gürcistan, Özbekistan, Kırgızistan gibi ülkelerde üsler kurmak, baskıcı rejimleri desteklemek ya da Kuveyt’e olduğu gibi, ilan edilmemiş işgaller gerçekleştirmek suretiyle kuralsız yayılmasını sürdürmektedir.
Geçtiğimiz günlerde yaşanan Irak işgali, dünyanın son derece belirsiz ve karanlık bir geleceğe doğru gittiğini daha net bir şekilde ortaya çıkardı. ABD ve İngiltere’nin başını çektiği bir koalisyon, bu sefer uluslararası itirazlara rağmen, hiçbir meşruiyet arayışına girmeden Irak’ı işgal etti. İşgalin bahanesi olarak ileri sürülen, kitle imha silahları ortaya çıkarılamamasına rağmen, işgalciler bölgeye fütursuzca yerleşme ve bu ülkeyi istedikleri gibi şekillendirme faaliyetine devam ediyor. Irak’ta bu kaos yaşanırken, ABD, vakit kaybetmeden, bundan sonraki hedeflerinin Suriye ve İran olduğunu ilan etti; Türkiye ve diğer bölge ülkelerini, bu süreci koşulsuz desteklemeye çağırarak tehdit ediyor.

Güçlü olanın, zayıf olanın şeref ve haysiyetini ayaklar altına aldığı, servet ve topraklarını yağmaladığı bir dünyada yaşıyoruz. Başta bölgemiz olmak üzere, yoksul ve mazlum halkların toprakları, Asya ve Afrika ülkeleri, ekonomik, kültürel ve askerî olarak işgal altındadır. Bölge, tarihin hiçbir döneminde görülmemiş sıklık ve ağırlıkta savaş, iç çatışma ve yağmalarla karşı karşıyadır. Topraklarımız; ekonomik zenginliklerimiz, tarihimiz, kültürümüz, dinimiz, şerefimiz, çocuklarımız ve geleceğimiz için büyük bir tehdit söz konusudur. Batı’nın kontrol edilemeyen hegemonyası, bölge ülkeleri ve hepimiz için tam bir var olma-yok olma sorununa dönüşmüştür.
Her şey çok net, açık ve acil. Ya insanımız ve tüm insanlık adına, bu gidişe direnmek için bir şeyler yapacağız, ya da sadece bizim değil gelecek nesillerin hayatlarını, insani değerleri hiçe sayan bir anlayışın iktidarına teslim edeceğiz.

Bu anlayışın iktidarını öncelikle Batı dünyası temsil ediyor.

Batı’nın bilimsel, teknolojik, ekonomik ve kültürel hegemonyası karşısında kendi değerlerimize, birikimimize ve gücümüze inanmak durumundayız. İnsan hayatının kutsallığı, insan onuru, adalet, kardeşlik, dayanışma, tarihi ve kültürel zenginliklere sahip çıkma gibi değer ve kaygılar adına bunları hiçe sayan süreçlere itirazımız var.

Dünyayı kasıp kavuran bu küresel saldırı öncelikle ve özellikle kültürel alanda boy göstermekte, önce halkların kendi değer ve imkânlarına güvenleri yıpratılmaya ve yok edilmeye çalışılmaktadır.

Onurlu insanlar olarak yaşamak için, sömürgeleştirme ve işgalleri meşrulaştırmakta kullanılan “uygarlaştırma” söylemini yeni baştan tartışmak, batı uygarlığının kurumlarını sil baştan düşünsel bir çabayla yeniden değerlendirmek zorundayız.

Artık küresel yayılmacılığın ekonomik, kültürel, siyasi ve askeri biçimlerine karşı mücadele etmek her dünya vatandaşının birinci insani görevi haline gelmiştir.

Farklı dünya görüşleri ve siyasal tercihlere sahip olan bizler, içinde bulunduğumuz acımasız ve amansız koşullarda, bölge ülkelerinden başlayarak vicdani, insani, kültürel ve siyasal bir duyarlılık yaratmak, sorunlarımızı bir masa etrafında tartışmak ve dostluğumuzu geliştirmek amacıyla, Asya-Afrika Dayanışma Konferansı (Doğu Konferansı) adıyla bir girişim başlatmış bulunuyoruz.

Son bir asırdır, kültürel köklerinden kopmuş, aralarındaki ilişkileri dahi batı dolayımı ile kurmuş bulunan batı dışı halkların, kendi aralarındaki kültürel ve ekonomik ilişkileri ve paylaşım imkânlarını artırabilmek ve zaman içinde ortak hareket edebilmelerini sağlamak üzere,

1. Bölge ülkeleri aydınları, akademisyenleri, sanatçıları ve sivil toplum örgütleri arasında karşılıklı ilişkiler kurmak ve geliştirmek;
2. Bunun için Türkçe, Arapça, Farsça ve İngilizce olmak üzere dört dilde yayınlanan bir dergi çıkarmak ve web sitesi kurmak;
3. Asya-Afrika halkları arasındaki entelektüel paylaşımı arttırmak ve tanıtmak amacıyla ortak toplantılar düzenlemek ve bu toplantılarda ortaya konulan fikirleri basın ve yayın yoluyla kamuoyuyla paylaşmak;
4. Asya-Afrika halklarının düşünce dünyasını tanıtmak amacıyla önemli eserlerin tercümesini sağlamak;
5. Bölge ülkeleri akademisyenlerini kendi coğrafyalarını ilgilendiren konularda bağımsız araştırmalar yapma konusunda teşvik etmek, bu tür araştırmaları desteklemek;
6. Doğu-İslam dünyasının kendi aralarında bölgesel, ekonomik, kültürel ve siyasal birliklere yönelmesini olanaklı kılacak düşünsel altyapının geliştirilmesine katkıda bulunmak;
7. Bölgemize ve genel olarak Asya-Afrika halklarına karşı yönelmiş olan askeri ve ekonomik saldırılar karşısında kamuoyu oluşturmak; amacındayız.

Coğrafyamız saldırıların olduğu kadar bu saldırıları kırabilmenin de düğüm noktası olarak önem kazanıyor. Buradan bütün insanlığa önemli şeyler söyleyebiliriz; bölgemiz, küresel yayılmacılığa karşı direnişin kültürel cephesini oluşturabilmek için büyük imkânlara sahiptir.

Hepimiz var gücümüzle bu imkânları hızla harekete geçirmek zorundayız.

Mayıs 2003 çağrısında amaçlara ulaşmak için yapılması teklif edilen işler listesinde ikinci sırada yer alan “Türkçe, Arapça, Farsça ve İngilizce olmak üzere dört dilde yayınlanan bir dergi çıkarmak” işine ancak başlıyoruz. Şimdilik dört dilde değil ama yazıların Arapça ve İngilizce özetlerinin de yer alacağı Türkçe bir dergi çıkarıyoruz. “Doğudan”ın nasıl bir dergi olacağı sorusuna cevap verebilmek için önce Doğu Konferansı’nın bugüne kadar aldığı yolu ve bugün durduğu yeri anlatmak gerekiyor.

Yukarıdaki ilk çağrı metninde de görüldüğü gibi Doğu Konferansı, batının hegemonyacı anlayışına, batıdan doğuya yönelmiş olan kültürel, ekonomik, siyasi ve askeri kuşatma ve işgallere karşı bir duruştur, ama sadece bir tepki, küresel saldırıya karşı, aynı araçları kullanan bir küresel savunma hareketi ve klasik üçüncü dünyacılığın yeni bir biçimi değildir. Olmamalıdır, aksi takdirde, dünyaya bunca acılar çektiren çatışma kültürünün tuzağına düşeriz.

Doğu Konferansı, yeni bir duyarlılık ve dil oluşturma arayışıydı; bunun için etrafımızı araştıracak, kendimizi tanımaya çalışacaktık. Bunu yaparken batıya ait olan her şeyi, sırf batıya ait diye görmezden gelmeyecek, doğuya ait olan her şeyi de kör bir inatla bağrımıza basmayacaktık.
Çağrıcılar Kurulu’nun ilk çağrı metninde yaşadığımız sıcak ortamın etkisi ile kategorik tanımlamalar ve yer yer sert ifadeler kullanmıştık ama kendimizi bu metinle sınırlamamıştık.
Nitekim ilk yolculuklarda, hem aramızda hem bölge ülkeleri aydınları ile yaptığımız görüşmeler ve verimli sorgulamalardan sonra, Çağrıcılar Kurulu olarak yeni katılımlarla Bolu’da iki gün süren bir toplantı yaptık ve Eylül 2003’te aşağıdaki Doğu Konferansı Bildirgesi’ni yayınladık. Bu bildirgenin hazırlanmasında Doğu Konferansı kurucularından Hrant Dink’in çok büyük katkıları oldu. 19 Ocak 2007 tarihinde genel yayın yönetmeni olduğu Agos gazetesinin önünde uğramış olduğu menfur bir saldırı sonucunda kaybettiğimiz Hrant Dink, bu topraklarda birlikte barış içinde yaşama iradesinin önemli temsilcilerinden biriydi. Biz Doğu Konferansı üyeleri, Hrant Dink’i sadece İstanbul’da değil, uzun yolculuklarda, bölgenin en sıcak merkezlerinde, Şam, Kahire, Beyrut, Amman, Tahran, Erivan sokaklarında, toplantı salonlarında izledik; barış ve kardeşliğin tesisi için samimi ve heyecanlı gayretlerine şahidiz. Burada kendisini anmayı bir borç biliyorum, ruhu şad olsun.

DOĞU KONFERANSI BİLDİRGESİ
20. yüzyılın son çeyreği, çevresine tarih bilinci içinde bakan herkesi aynı tespitte buluşturdu: Tarihin dönüm noktalarından birini ve belki de en kritik önemde olanını yaşıyoruz.

Bu dönüm noktası, müthiş bir paradoksla kendini duyuruyor: Bir yandan uzayın fethinden genetiğe, nükleer fizikten sibernetiğe insanlığın maddi sorunlarının çözümüne muazzam imkânlar sunan bir gelişme düzeyi ve bunlara eşlik eden temel hak ve özgürlükler, şiddetin reddi, katılım, çevre sorumluluğu, demokrasi gibi değerlerin giderek ortak kabuller haline gelişini görmekteyiz. Öte yanda ise bütün kıtalarda artan yoksulluk ve umutsuzluk, derinleşen gelir uçurumları, Ruanda’dan Bosna’ya, Filipinler’den ABD metropollerine kadar her yerde kanlı etnik dini çatışmalar, soykırıma varan devlet politikaları ile beslenen bir şiddet ve saldırganlık dalgası esmekte. Ve bu anaforum merkezinde ise rakipsiz askeri –ekonomik-teknik güç ve ağırlığı ile ABD’nin kendi kuvvet hukukunu ikame etmeye dönük, uluslararası hukuk ve evrensel değerleri hiçe sayan politikaları yer alıyor. Bir ‘uygarlıklar çatışması’ tezinden de beslendiği için kibir ve saldırganlık dozu daha da sınırsızlaşan bu yeni emperyal politikaların öncelikli hedefi Ortadoğu ve son kurbanı da Irak.

Batı uygarlığının yükselişinden beri Ortadoğu benzer durumlarla defalarca karşı karşıya kaldı. Hatta denebilir ki; Batı’nın teknolojik, ekonomik ve askeri gelişiminin, güç artışının her aşaması Ortadoğu üzerinde yeni bir tahakküm dalgası, işgaller, iç çatışmalar, baskıcı rejimler, suni sınırlar, derinleşen sosyal-siyasal uçurumlar olarak yansıdı, yansıtıldı.

Bir zamanlar Balkanlardan Basra’ya, Kafkaslardan Mısır’a, her bakımdan zengin ve çeşitli olmakla birlikte ortak bir kültür havzası olan bu bölge eklem yerlerinden ayrıştırılmış bir bedene dönüştükçe, hem her birini ikinci sınıf toplumlar statüsüne iten bu tahakküm dalgalarına karşı direnemedi ve sonuçlarına katlanmak zorunda kaldı, hem de genel bir güven kaybına uğrayarak bu ‘makûs kader’’ine karşı umutsuz bir öfkeyle teslimiyetçi bir mazlum-kurban söyleminin iç içe geçtiği bir fasit dairenin çeperlerine çarpıp duran bir düşünce-davranış dünyasına hapsoldu.
Irak’a yapılan saldırı ve işgalin daha şimdiden tüyler ürpertici kan ve yıkım tablosu karşısında harekete geçerek bir Doğu Konferansı girişimi başlatan bizler; önümüze sadece bu fasit dairenin nasıl kırılabileceği sorusunu koyuyor değiliz. ABD’nin Batı uygarlığının ekonomik, bilimsel, kültürel kazanımlarını evrensel değer öğelerini iptal edercesine çıplak bir tahakküm ve tehdit aracı olarak kullanması karşısında çaresiz kalan dünyamızın yüz yüze olduğu uygarlık paradoksunu sorgulamaksızın bu soruya gerçek bir cevap verilemeyeceğinin bilincindeyiz.

Uygarlığın ilk filizlendiği, bir dizi parlak uygarlığın vatanı ve aynı zamanda farklı uygarlık dünyaları arasında asırlarca köprü olagelmiş bu bölgenin bu emsalsiz tarihsel miras ve birikime yakışır bir silkinişe ihtiyacı vardır. Bunun iki ön koşulundan biri Doğu’yu Batı karşıtlığı, bir Doğu Batı antagonizması temelinde tanımlamanın kolaylık ve kısırlığına kapılmamaktır. Batı’nın Doğu, Ortadoğu üzerinde icra ede geldiği mütehakkim, saldırgan, sömürücü, hatta yağmacı politikalarının bölgenin tamamındaki sorunların derinleşmesindeki payı elbette görmezden gelinemez. Ama yaratıcı bir hamlenin, verimli bir düşünce mecrasının açılabilmesi için tüm ‘Doğulu’’ların, öncelikle kendilerini sorgulamaları gerektiği de unutulmamalıdır. Evrensel değerlerin mirasçısı olarak Batıyı da kuşatan bir düşünüş ufku, bir önermeler dizisi neden Doğu’dan üretilmesin? Bu konuda Batı’nın yaptığı veya yapamadığıyla kendimizi sınırlamak zorunda değiliz.

İkinci ön koşul, bir ucu Hindistan’a, öteki ucu Balkanlar’a açılan yaşadığımız kültür havzasının bileşimleri arasında son yüzyıllarda çeşitli nedenlerle kurumuş, daralmış veya kopmuş her tür ilişki kanallarını açmak, özellikle de bölgenin tarihsel-entelektüel mirasını, kültürel, sanatsal ürünlerini, deneyimlerini birbirlerine aktaracakları, böylece uzun bir aradan sonra birbirlerini yeniden tanıyacakları platformların acilen kurulmasıdır. Doğu Konferansı girişimi bu öncelikli görevi, ülkeler arasında olduğu kadar, düşünce akımları arasında da, ortak sorunlar ve sorular etrafında sürekli diyalogları kurumsallaştırarak yerine getirmeyi düşünmekte, önermektedir.
Bizler, kültürel kimliğimizin, tarihsel birikimimizin ve entelektüel sorumluluğumuzun gereği olarak, tüm farklılıklarımızı geri plana atarak, halklarımızın geleceği ile ilgili ortak kaygılar ve sorular temelinde, sinerji yaratacak bir sorgulama, arayış ve keşif harekatı başlatmak ve kendimizi bu bilinç çerçevesinde yeniden üretmek üzere yola çıkmaktayız. Çağrımız, bu diyalog ve arayışı anlamlı bulup beslendiğimiz zengin tarihsel kültürel mirasın çoğul karakterinden katılımcı, eşitlikçi ve özgürlükçü değerleri damıtarak, önümüze dikilmeye çalışılan kaotik, karanlık geleceğe meydan okuyan, yeni ışıklı bir dünya umudunu hala koruyan herkese açıktır.

Doğu Konferansı’nın doğuya yönelişi bilinçli bir seçimdir. Doğu’ya yöneliyoruz, çünkü küresel yayılmacılık en çok bu bölgeyi, coğrafyamızı etkilemektedir. En çok biz acı çekiyoruz, bizim evimiz barkımız yıkılıyor, bizim çocuklarımız öldürülüyor, bizim zenginliklerimiz yağmalanıyor. Bu saldırılar karşısında elbette bir savunma refleksi geliştirmek durumundayız. Ama biliyoruz ki, çok uluslu şirketlerin ideolojisi olan neo-liberalizm ve yeni Amerikan muhafazakârlığı, sadece bölgemizi değil tüm dünyayı, insanlığı tehdit etmektedir. Bu saldırganlığa karşı kurulacak cephenin evrensel olması gerektiğinin farkındayız. Bu nedenle sömürgeciliğe karşı yükselen bütün seslere duyarlıyız, hepsini izlemeye devam ediyoruz. Bunun yanında özellikle bu coğrafyanın tüm insanlığa önemli sözler söylemek için büyük imkânlara sahip olduğuna inanıyoruz. Doğu Konferansı ve “doğudan” dergisi, buradan, doğu topraklarından tüm insanlığa duyurulacak sözlerin peşindedir.

Kimileri hâlâ uygarlık paradoksunu sorgulamaya yanaşmamakta; bütün sorumluluğu, bir şekilde iktidarı ele geçiren Amerikan yeni muhafazakârlarına yıkarak işin içinden çıkmaya çalışmaktadır. Oysa bugünkü Amerika yönetimi bir sonuçtan başka bir şey değil.

Bugün karşı karşıya bulunduğumuz bu baskılar, bu saldırılar, bu kuşatma, işgal ve yağmalar nasıl bir zihinsel duruşun eseridir? Çocuklarımızı öldüren, zenginliklerimizi yağmalayan, özgürlüğümüzü elimizden alan, insanlığın varlığını tehdit eden bu güç uygarlığını nasıl bir anlayış doğurmuştur?

“Doğudan” dergisi bu sorulara cevap arayacak, ağırlıklı olarak bölgemizin ama esasen bütün dünyanın, insanlığın karşı karşıya bulunduğu bu tehdidi tanımaya çalışacaktır.

Elbette “doğu”yu da sorgulayacağız, imkânlarını ve zaaflarını araştıracağız.

Ama önce en önemli soruyu soralım. “İnsan insanın kurdu nasıl oldu?”

Özgürlüğün Araçları Özgürlüğü Yuttu
Aslında insanın özgürlüğü adına yola çıkılmıştı, yeryüzünde cennet kurulacaktı. Nasıl oldu da özgürlüğün araçlarına özgürlük feda edildi?

Rönesans, tanrısal otoriteye karşı bir doğa gücü olarak insanı arar, insan öznenin doğuşu ve egemenliği Aydınlanmanın temel vurgusudur. İnsan, ancak bilirse vesayetten kurtulur, egemen olur. Bu nedenle Luther, önceleri “Şeytanın yaltağı” dediği “aklı” yardıma çağırır. Galilei, aklın nasıl kullanılacağı ve insanın nasıl bileceği üzerine kafa yorar. Descartes, “her şey benden, benim düşüncemden başlar” der. Sonra başkaları gelir; Bayle, Hobbes, Spinoza, Leibniz... derken Kant, “transcendent“ olandan “immanent” olana geçişi îlân eder; artık öbür dünyadaki cennet için bu dünya feda edilmeyecektir, ama cennet fikrinden de vazgeçilmiş değildir, cennet yeryüzünde kurulacaktır.

Yeryüzünde cenneti kuracak olan araç akıldır. Akıl, doğanın şifresini çözecektir, doğanın yapısını doğru olarak kavrayacak ve insana doğaya egemen olmanın yolunu açacaktır. Araçsallaşan aklın aydınlattığı bu yol sonsuz bir ilerleme ile yeryüzü cennetine çıkacaktır. Bu şekilde insanlığın özgürlüğü ve mutluluğu mümkün olacaktır.

Akıl ve onun doğayı okuması demek olan bilim, özgürlüğü ve mutluluğu getirecek olan ilerlemenin aracıdır. Kısa bir süre sonra ilerlemenin yöntemi bulunur: Kolektif eylem ve iktisadî başarı. Bunun için Comte, bireyciliğin yanılsamalarından kurtulmayı, Taylor ve Ford’dan Lenin’e kadar birçokları da çalışmanın akılcılaştırılmasını önerirler; ulus, işletme ve tüketim, modern toplumun belirleyici kurumları olur. Bu şekilde daha işin başında özgürlük ertelenir; önce özgürlüğün imkânlarına ulaşılacaktır, öncelikle insanlık bolluğa erecektir, özgürlük ve eşitlik getirecek olan da budur.

Ne var ki, bu, hiçbir zaman olmadı, insan nefsi bir türlü doyuma ulaşamadı, özgürlüğü erteleyip araçlarının peşine düşmek de çatışmadan başka bir şey getirmedi. Özgürlük ve mutluluğun biricik aracı olan araçsallaştırılmış akıl, sonunda B-52 bombardıman uçaklarını, nükleer silahları, akıllı füzeleri üretti. Modernliğin temel çağrısı, “özgürlüğe ve insanın kendi yaşamını sorumlu olarak denetlemesi”ydi, ama görünen odur ki, özgürlüğün araçları özgürlüğü yuttu, insanın kendi eliyle yontukları onu kuşattı. Şimdi “modern praxis” her şeyi belirliyor, önce ulus-devlet ve işletme, şimdilerde uluslar arası sermaye, çok uluslu şirketler ve onların kurum ve kuruluşlarından (piyasa) oluşan iktidar, kutsal iktidarın yerini aldı. Ne var ki, insan özne hâlâ ortada yok.

Neo-con’lar ya da başkaları böyle bir iktidarı kim ele geçirirse geçirsin sonuç değişmez. Çünkü insan artık insanın kurdu olmuştur.

Doğudan dergisi, yeniden ve bir daha ruhu, kalbi ve kimliği olan, tepki, muhakeme ve eylem gücüne sahip, aşkı ve özgürlüğü ertelemeyen insanı arayacak; paylaşım, fedakârlık, hoşgörü, kanaatkârlık, adâlet gibi değerlerin izini sürecektir.

Derin bir uykudan uyanmak
Kapitalist dünya sistemi hep inişler ve çıkışlarla yoluna devam etmiştir; itirazlar, krizler, kesintiler hep olmuştur. Nihaî zafer ilânı küreselleşme ile geldi; artık tüm engeller ortadan kalkmış, tarihin sonuna gelinmiştir. Baba Bush’un Birinci Körfez Savaşı sonrasında duyurduğu Yeni Dünya Düzeni Aydınlanmanın rüyası olan dünya cennetinden başka bir şey değildir.
Çok değil bundan onbeş yıl önce her şey çok güzel görünüyordu. Sovyetler Birliği çökmüş, reel sosyalizm çekilmişti. Batı uygarlığının kemale erdiği, tüm sorunları çözdüğü ve yepyeni bir dünyanın kurulduğu duyurulmuştu. Liberal demokrasi insanlığın ulaştığı en mükemmel sistemdi. Refah, demokrasi, hak ve özgürlükler artık sınır tanımayacaktı. Küreselleşme ile birlikte tüm diktatörlükler, baskı rejimleri yerle bir olacak, askeri harcamalar azalacak, neo-liberal politikalarla tüm ekonomiler merkeze eklemlenecek ve refah bütün insanlara ulaşacaktı. Bu, bir Aydınlanma rüyasıydı, dünya cenneti gerçekleşiyordu.

Bu işi en çok batı dışı, özellikle doğu-İslam dünyasının aydınları sevmişti. Yüz yıldan fazla bir süreden beri yüzlerini batıya dönmüşlerdi, özgürlük ve refah istiyorlardı, ama lanet(!) tarihleri, geçmişleri, gelenekleri bırakmıyordu. İşte şimdi küreselleşme dalgası, tarihlerini, geçmişlerini ve geleneklerini yeniyordu, bu dalga, kendilerine demokrasi, özgürlük ve refah getirecekti.
Buna itiraz edenler oldu, “Bu anlatılanlar yalan, emperyalizm yeni gerekçeler ve yöntemler icat ediyor, neo-liberalizm ve küreselleşme emperyalist kuşatmanın yeni yönteminden başka bir şey değil” diyenler oldu. Bunlar, oyunbozanlıkla, gericilik ve bilim dışılıkla suçlanarak mahkûm edildi, etkisiz hale getirildi.

Aslında işler iyi gitmiyordu; Birinci Körfez Savaşı ve Bosna’da yaşanan katliama “değerler Avrupası” sessiz kalmıştı, eş zamanlı olarak birçok ülkede ekonomik krizler çıkmış geniş kitleler fakirleşmişti. Bütün bunlar geçiş dönemi sancıları olarak değerlendiriliyor, “dünyanın yeni düzeni”ne laf kondurulmuyordu. Derken 11 Eylül geldi; herkesi dehşete düşüren akıl almaz bir şey oldu. Yeni Dünya Düzeni’nin ekonomik, askeri ve siyasal mabetleri, kimsenin beklemediği bir şekilde vurulmuştu. Böyle bir şey nasıl olabilirdi; muazzam teknolojik imkânlar ve korkunç silahlara sahip olan ABD nasıl kendi evinde bu şekilde vurulabilirdi?

Hemen ilk savunmalar geliştirildi; bu, geçici bir şeydi, dünya cennetini istemeyen haydutların yaptığı bir intihar eylemiydi, çaresizlikten başka bir şey değildi. Evet, endişe edilmesi gerekli bir olaydı ama paniğe gerek yoktu; ABD, insanlık adına bu haydutları bulacak ve yok edecekti. Nitekim Afganistan müdahalesi, bütün dünyanın onayı ve katılımı ile yapıldı; on dolarlık tahta barakalar milyon dolarlık füzelerle günlerce dövüldü. Dünyayı sarsan eylemin faili El-Kaide örgütünün lideri Usame bin Ladin bulunamamıştı ama bunun fazlaca bir önemi yoktu. Çünkü “uygarlık” gücünü göstermiş, üstelik Afgan halkı da kurtarılmıştı(!)

Sonra Irak işgali geldi. Yıkımlar, yağmalar ve 650 bin ölü.

Esas hayalleri yıkan Irak işgali oldu. Irak’ın işgali özellikle doğu-İslam ülkeleri aydınları için tam bir hayal kırıklığı oldu.

Irak, Afganistan’dan farklı olarak, Birleşmiş Milletler’in kararına bile gerek duyulmadan işgal edilmişti. İşgale bahane olarak gösterilen konular da kimseyi tatmin etmemişti; ne Saddam’ın El-Kaide bağlantısı gösterilebilmiş ne de kitle imha silahlarından eser bulunabilmişti. Anlaşılan oydu ki, ABD bambaşka amaçlar için Irak’ı işgal etmişti. Uluslar arası hukuk çiğneniyor, insan onuru ayaklar altına alınıyordu ve hiç kimse buna ses çıkaramıyordu/çıkarmıyordu.

ABD Başkanı Bush, 11 Eylül eyleminin yaşam biçimlerine saldırı olduğunu söylüyor ve eylemi yapanlara “haçlı seferi” îlân ediyordu. Bu “haçlı seferi” sadece Afganistan ve Irak’la sınırlı değildi, doğuya ve İslam’a ait olan her şeye saldırı vardı. 11 Eylül sonrasında, başta Amerika’da olmak üzere batıda tüm Müslümanlara terörist muamelesi yapılıyordu, batılı Hükümetler Müslümanlar için hukuku/ yasaları askıya almıştı, batılılar Müslüman yaşam tarzını düşman ilan etmişler ve öyle davranıyorlardı.

Öte yandan Irak işgali birçok şeyin üstündeki örtüyü kaldırdı. Aslında modern/milliyetçi/Arapçı bir proje olan “Baasçılık”, sadece bir halka yıllarca acılar çektirmemişti, en son onurunu da beş paralık ederek tek bir kurşun atmadan ülkeyi işgalci bir güce teslim etmişti. Sonra, batı, bu sefer bizzat, askerleri ve devasa ağırlığı ile gelmişti ve sadece servetine(petrolüne) el koymuyordu, aynı zamanda tüm kültürel ve tarihi zenginliklerini yağmalıyor, hayat tarzına saldırıyor, bir halkı küçük düşürmek için elinden gelen her şeyi yapıyordu. Hastaneleri, köprüleri, okulları havaya uçuran, kadın, yaşlı, çocuk, sivil ayırımı yapmadan insanları katleden, işkence eden, kütüphanelerin, müzelerin yağmalanmasına göz yuman bir işgal ordusu vardı.

Bu sefer “uygarlık” kötü gelmişti, şimdi, yıllarca güneşin batıdan doğacağına inanan doğu-İslam dünyasının çoğu batıcı olan aydınları, karmaşık duygular içindeydi. Bir kısmı, işgal askerlerinin çizmelerini parlatmak için fırsat kollar, hükümetlerine, bir yolunu bulup işgalcilerin projelerine dahil olmayı telkin ederken, büyük bir kısmı da derin bir hayal kırıklığı yaşamaktaydı. Bu derin hayal kırıklığı, “Batı uygarlığının kurtarıcılığı” konusundaki kuşkuları giderek büyütmekteydi.
Bağdat düşmüştü, Saddam ve adamları sırra kadem basmış, istilacılar ellerini kollarını sallayarak Bağdat’a girmişti. İstilacılar ve adamları sevinçten uçup naralar atıyordu; “kazandık, barbarları yendik” diyorlar, naklen yayınlarla zaferlerini dünyaya duyuruyorlardı. Yenilenleri aşağılıyorlar, Irak halkını ve onların şahsında tüm Müslümanları korkak, millet ve vatan bilincinden yoksun, istilacıların elini öpen, yağmacı ve çapulcu olarak takdim ediyorlardı.

Kendini yenilenlerden yana koyan Ürdünlü yazar Sultan El Hattab, Bağdat’ın düşüşüne, “hepimizi içine alacak yavaş yavaş gelen bir ölüm” diyor ve karamsarlığını “Bir kayboluş sürecine gireceğiz ve meçhulü bekleyeceğiz” şeklinde ifade ediyordu. Bir başka Arap aydını, Al Vatan yazarı Gassat Assafî de karamsardı, ama en azından olup bitenlere bir ad koyuyordu: “Maalesef biz Arap ve İslam dünyası, elimiz kolumuz bağlı olarak, büyük ve güçlü devletlerin, küçük devletlerin şeref ve haysiyetlerini nasıl ayaklar altına aldıklarını, servet ve topraklarını nasıl taksim ettiklerini çaresiz bir halde seyrediyoruz.”

Olup bitenleri çaresiz bir halde seyrediyorduk ama bu çaresizlik aynı zamanda yeni ve çok önemli şeylerin olacağını da haber veriyordu. Evet, Bağdat düşmüştü, Saddam ve şürekâsı ortalıkta gözükmüyordu, Arap diktatörleri işgal ordularını alkışlıyordu. Ancak, Bağdat’ın küstah istilacıları sevdiği doğru değildi, hazırlanmış figüranlar ve bir avuç çapulcu dışında, beş milyon Bağdatlı, işgalci cellâtları havari diye kucaklamamıştı.

Faslı kadın sosyolog Fatma Mernissi birinci Körfez savaşında şunları yazmıştı: “… Ama bu gece, ayın 16’sında ( 16 Ocak 1991, Bağdat’a ilk bombaların düştüğü gece), ben batı dünyasına olan inancımı yitirdim. Tam da bu inanç, benimle radikal İslamcılar arasındaki ayırt edici farklılıktı. Çünkü garip görünse bile, feministler de, radikal İslamcılar da bütün Arapların ayaklarını yerden kesen aynı sorunun cevabını arıyorlar: Aşağılanmak ve çaresizlik.

Radikal İslamcılar, çıkış yolu olarak efsanevi bir geçmişe geri dönmeyi öneriyorlar. Laik sol ve onlarla birlikte feministler de demokrasi öneriyorlar: Kişisel özgürlükler, seçim hakkı, temel kararların alınmasına katılma hakkı. Radikal İslamcılar, tüm bu düşüncelerin batıdan ithal edildiğini haykırıyorlar. Doğru, bunların Arap, Çin ya da Japon medeniyetlerinde olduğunu iddia etmek gülünç olur.

Ancak ayın 16’sını gecesinden beri batının bize sunacak en küçük bir şeyi olduğundan o kadar emin değilim. Bu geceye kadar batılıların gerçekten ileri bir medeniyet, soylu duyguların, bayağı duyguların yerini aldığı, üstün insanî bir varlık yarattıklarını düşünürdüm. Bugün artık bundan bu kadar emin değilim. Yorgunum. Tünelin ucunun hiç görünmediği durumlarda duyulan türden bir yorgunluk. Bir tür bitkinlik; gözleri açma isteğinin bile olmadığı bir uyuşma hali. Uyumak istiyorum. Acımın beni unutacağı kadar uzun”. (Çev. Y. Coşar, Birikim, Nisan,1991).

İstilacı cellâtların her zaman suç ortakları olmuştur, Bağdat işgal edildiği gün de vardı. Her zaman Karzailer, Çelebiler, Allaviler olacaktı elbet. Bombalarla özgürlük (!) yağarken Bağdat’ta bulunamadığına yanan Cengiz Çandarlar, katil istilacıları zafer sarhoşluğuyla alkışlayan Ufuk Güldemirler, Ertuğrul Özkökler…

Ama yeni Fatma Mernissiler vardı ve biz asıl onlara bakıyorduk.

Bağdat halkı kahredici işgali görmemek için evlerine kapanırken İslam dünyasında Fatma Mernissiler uzun uykularından uyanıyordu. Hayır, sanıldığı gibi, bu, 1967 Arap-İsrail savaşındaki Arap entelektüellerin yaşadıkları hayal kırıklığına benzemeyecekti. Bundan böyle, sorgulanan sadece doğunun geleneği, diktatörleri ve milliyetçilikleri olmayacaktı. Bağdat’ın üzerine yağan tonlarca bomba, sadece Alilerin, İsmaillerin, Fatimaların, Ayşelerin bedenlerini parçalamadı, batı medeniyeti mistifikasyonunu da yerle bir etti. Bağdat sokaklarında sürüklenen sadece Saddam heykelleri değildi, Aydınlanmadan bu yana bu çizgide her ne üretilmişse hepsi Bağdat’ın enkazları arasında kayboldu. Bağdat’ta sadece bu şehrin halkı katledilmedi, demokrasi, insan hakları, özgürlük, uluslararası hukuk, uluslararası kurumlar… hasılı uygarlığın(!) her nesi varsa onların tamamı boğazlandı, Bağdat’ta.

Şimdi Bağdat’ın resmini önümüze koyup bir daha düşünüyoruz. Hayır, bir kayboluş sürecine girip meçhulü beklemeyeceğiz. Yağmalanan, talan edilen, yıkılan Bağdat bir ibretlik olarak orada duruyor. Yağmalanan Bağdat müzesinden Mezopotamya’da binlerce yılda hayat bulmuş olan kadim medeniyetlerin değerleri ortalığa saçıldı. Şimdi insanlığın tarihi seyirlik olmaktan çıkıyor. Bağdat’ta sadece Saddam’ın heykelleri yıkılmadı, asıl yıkılan liberal demokrasi efsanesidir, Bağdat’ta enkazların altında kalan, “güçlü olanın, zayıf olanın şeref ve haysiyetini ayaklar altına aldığı, servetini ve topraklarını yağmaladığı” modern güç uygarlığıdır, Amerikan hayat tarzıdır.

Medeniyetler Çatışması
Bağdat’ın enkazı, üzerimize çökenin nasıl bir uygarlık olduğunu bütün çıplaklığı ile ortaya koymaktadır. Irak’ta yaşananlar bu güç uygarlığının bir özetidir.

Aslında bu uygarlığın temsilcisi ve taşıyıcısı olduğu bildirilen ABD için işkence, katliam, soykırım yeni bir şey değil, ABD denen ülke katliam ve yağmalarla kurulmuştur. Bugün Irak ve Afganistan’da bu cinayetleri işleyenler, dün Amerikan yerlilerini ve onların uygarlıklarını yok eden, Afrikalı siyah derili insanları topraklarından söküp köleleştiren haydutların torunlarıdır. Bu tespiti yaparken elbette katillerin torunları da katil olur gibi ırkçı bir yönelim içinde değilim. Ben bir uygarlıktan, anlama, kavrama, tanımlama, belli etme ve yapma tarzından söz ediyorum.
Kapitalist mantıkta hak ve adâlet yoktur, kapitalizmin tek değeri kârdır, burada güce tapılır. O nedenle kapitalist uygarlığın tarihi, üstün olanın zayıf olana boyun eğdirme mücadelesinden ibarettir. Kapitalist uygarlığın dini sosyal Darwinciliktir. Sosyal Darwinciliğe göre, insan hayatı doğadaki diğer türlerden farklı değildir. Belirleyici olan savaş ve rekabettir; güçlü olmak hayatı sürdürme hakkını getirir. En güçlü olanın yaşamını sürdürüp egemenliğini kurması bir doğa yasasıdır. Bu nedenle güçlü ve yetenekli olanlar zayıf ve yeteneksiz olanları ezmekten ve yok etmekten dolayı özür dilemek zorunda değildir. Bugün egemenlik için gerekli üstünlüklere sahip olan ırk Anglosaksonlar ve onun Amerikan koludur.

Bush’un “Tanrı ile konuştuğu, kendisine ilâhî görev verildiği” iddiaları bir yana asıl bu sebepten dolayı Amerika Irak’ta ve bütün dünyadadır. Güçlü oldukları için bütün dünyayı yağmalama haklarıdır, direnenleri yok etmek de. Bundan dolayı kimseye hesap vermek, gerekçe açıklamak zorunda değildirler.

Bush’un “uygarlık” dediği, “hayat tarzımız” dediği budur. Irak’ta cinayetler işleyen, katliamlar yapan bu uygarlıktır. Bu anlamda yaşananlar elbette bir uygarlıklar savaşıdır, yani hayata ve dünyaya bakış, anlama, anlamlandırma ve eyleme tarzları çatışıyor. Bu, tarihteki dinler savaşından çok farklı bir şey. Hıristiyanlar, Müslümanlar, Yahudiler arasında bir savaş yok, burada tek değeri kuvvet ve kâr olan kapitalist uygarlığın kârını çoğaltmak için kuvvet kullanarak bütün dünyaya ve insanlığa saldırısı söz konusudur. Bush’un “Haçlı seferi” demesine kimse aldanmamalı, bu savaşın dinlerle hiçbir alâkası yok, bu savaş, güç uygarlığının tüm dünyayı kuşatma ve sisteme dahil etme savaşıdır; bu savaş, bütün dinlere, bütün kültürlere, topyekûn insanlığa açılmıştır. İslam dünyasının önde olması, bombaların Müslümanların başlarının üzerinde patlaması, bu savaşın Müslümanlara karşı açılmış gibi görünmesi sadece İslam’ın direniş imkânlarını hâlâ muhafaza ediyor olmasındandır.

Katliam, soykırım, kölecilik ve yağma üzerine kurulan kapitalist uygarlık, Amerika ve Afrika’daki onlarca farklı uygarlığı yok ettikten sonra doğuya yönelmiştir. Yüzyıllardan beri doğuya saldırmasına rağmen bu coğrafyayı bütünüyle fethedememiştir. Evet, yenmiştir ve eklem yerlerinden kopararak paramparça etmiştir ama İslam coğrafyası direnişi ve medeniyet iddiasını bırakmamaktadır. Bugün ABD’nin bütün ağırlıkları ile bu coğrafyada bulunmasının nedeni budur.
Sorunlar ya da “Siyasî Tahakküm” Dersi İçin Konu Başlıkları
Evet, Irak’ın yıkımı bölgede birçok şeyin ayan beyan olmasını sağlamıştır ama yine de işimiz çok kolay değil. Doğu Konferansı ve Doğudan dergisi ile değişik inanç ve siyasi eğilimlere sahip insanlar bir araya gelerek ortak bir iş yapmaya kalkıyor. Kimse diğerinin farklılığından rahatsız değil ama farklılıklar geri plana atılıyor, ortak kaygılar temelinde bereket yaratacak bir sorgulama, arayış ve keşif harekatı başlatılıyor. Başta bölgemizin olmak üzere dünyanın önüne konulan kaotik ve karanlık geleceğe karşı, üzerinde oturduğumuz coğrafyanın zengin tarihsel-kültürel mirasının çoğul karakterinden katılımcı, eşitlikçi, adaletçi ve özgürlükçü değerleri damıtarak bir duruş geliştirme çabasına giriliyor. Bunun için yola çıkılıyor, bunun için bölge ülkelerinde yine farklı inanç ve siyasî eğilimlere sahip aydınlarla temasa geçiliyor, onlar da bu ortak çabaya katılmaya davet ediliyor. Zor bir iş, tehlikelerle dolu uzun bir yürüyüş. Her an yolculardan biri “ben” ya da “benimki” diyebilir ve işler karışabilir.

Öte yandan, bu coğrafyada yüzyıllardan bu yana kangrenleşmiş sorunları var ve bu sorunlar konusunda her birimiz farklı kanaatlere sahibiz, dahası bu kanaatler kimimiz için olmazsa olmaz mesabesindedir. Nihaî olarak çözümleyemeseler bile, Doğu Konferansı’nın Türkiye katılımcıları, bu konuları, önce kendi aralarında tartışıp birlikte çalışmaları için engel oluşturmayacak bir yerde tutmaları gerekecektir. Sonra aynı sorunlar birlikte yola çıkılacak bölge ülkeleri aydınları ile açık açık konuşulmalıdır.

Yenilmiş, toprakları ve değerleri parçalanmış, maddi zenginlikleri yağmalanmış, onurları kırılmış bir medeniyetin çocukları olarak, işgallerin toz dumanı arasında “Ne oluyor, ne yapabiliriz?” soruları etrafında bir araya geliyoruz. Haydi Arapçılığı, Farsçılığı, Türkçülüğü ... bir tarafa bıraktık, Şiilik ve Sünniliği engel olmaktan çıkardık “Kardeşiz, ortak tarih ve kültürümüz var, ortak tehditlerle karşı karşıyayız” dedik yine de ortak çalışmalarımızı akamete uğratacak deve dişi gibi sorunlarımız var. Yaptığımız seyahatlerde, muhataplarımızla girdiğimiz tartışmalarda bunu açıkça gördük, görüyoruz. Doğudan dergisi aslında bütün bu sorunları dosyalarla tartışacaktır. Ben bu ön/tanıtım sayısında en azından “siyasî hegemonya” ile ilgili olanları ana başlıklar altında kısaca tartışmak istiyorum. Bu şekilde dergimize yazı yazacak olanlara nasıl bir dergi olmak istediğimiz konusunda da ipuçları vermiş olacağım.

1. Demokrasi Meselesi
Bölge ülkelerinin hemen hemen tamamında baskı rejimleri var, bu otoriter iktidarlar, şimdilerde başta İsrail işgali olmak üzere bölgeye yönelik tehditleri öne çıkararak ayakta duruyorlar. Öte yandan İslam coğrafyasında işbirlikçi Karzailer ile batılı fonlarla beslenen ideolojik ajanlar cirit atıyor ve hepsi de demokrasi ve özgürlük retorikleri ile çalışıyorlar. Burada diktatörlüklere karşı çıkarken ABD işbirlikçisi, ABD’ye karşı çıkarken diktatörlerin destekçisi olabilirsiniz.

Bölgedeki batı hegemonyasının en başta gelen ayağını hiç kuşku yok ki adları kral, başkan ya da şeyh olan diktatörler oluşturmaktadır. Bu, yüz yıla yakın bir zamandan beri böyle. Sorulması gereken soru şu: Şimdi ne oldu da ABD maliyeti yüksek operasyonlarla bu diktatörleri deviriyor?
Sistemin değişmesi, eski tarzın yeni şartlara uygun olmaması, küreselleşen dünyada kapalı yapıların sorun oluşturması gibi bir sürü akla yatkın cevap verilebilir.

Peki, yeni sisteme uygun olan nedir; bu coğrafya için nasıl bir yapı öngörülüyor?

İşgal askerlerinin getireceği söylenen demokrasi ve özgürlükten, bu ülkeleri, halkın seçeceği gerçek temsilcilerin yöneteceği kast ediliyorsa iş değişir. Ama ABD niçin böyle bir şey istesin? Halkın gerçek temsilcileri, halkın tercihleri ve talepleri doğrultusunda yönetirse, bu ülkeler kendi zenginliklerine sahip çıkar. ABD bunu niçin istesin? Bana kalırsa bu diktatörlerin sorun olmaya başlaması, artık batı çıkarlarına hizmet etmediklerinden değil.

Gerçek olan şu ki, emperyalizmin yıllarca iş gördüğü yerli diktatörlerin maliyeti yükselmişti, onları yerlerinde tutmak, işleri onlar üzerinden götürmek giderek zorlaşıyordu. Tüm İslam coğrafyasında ABD ve ABD’nin işbirlikçileri olan yerli rejimlere, onların uyguladıkları politikalara karşı ciddi tepkiler vardı. Yüz yıla yakın bir süreden beri bölgede uygulanan modernleştirme projelerinin; batıcı kral ve şeyhlerin, milliyetçi/Baas’çı diktatörlerin bölge halkının hiçbir sorununu çözmediği artık ayan beyan olmuştu. Unutturulmaya, kökü kazınmaya çalışılan dinin/İslam’ın hızlı bir şekilde geri döndüğüne dair işaretler vardı. İslam, bölgedeki kültürel, ekonomik, siyasi ve askeri kuşatmaya karşı direnişin temel dinamiği haline gelmiştir. Filistin’de Hamas, Lübnan’da Hizbullah, Mısır’da Müslüman Kardeşler giderek güçleniyor ve seçimlerde ciddi başarılar elde ediyorlar. Bütün bu gelişmeler, demokrasinin kontrolsüz gelmesi, batı çıkarlarının zedelenmesi anlamına geliyor.

İşte yapılmaya çalışılan bu gelişmeleri tersine çevirmektir; ABD “Demokrasi gerekiyorsa biz getiririz” diyor. Demokrasi ve özgürlük adına her ülkeye bir Karzai bulmaya çalışıyorlar. Artık tahtları sallanmakta olan batıcı krallar, şeyhler ve milliyetçi/Baasçı diktatörlere karşı liberal demokrasi ve piyasaya inanan Karzailer.

2. İnsan Hakları Meselesi
Filistin’de olanları yıllarca izliyoruz, ABD’nin Afganistan ve Irak’ta yaptıkları da ortada. Bugün bölgemizde tarihin görmediği hak ihlalleri ile karşı karşıyayız. Ama bu coğrafya hak ihlalleri ile yeni tanışmıyor ki, yerli diktatörlerin İsrail ve ABD’den farklı bir tarafları yok ki. Her şey, insan yaşamı, krallar, şeyhler ve başkanlar ve onların adamlarının ağzından çıkacak bir kelimeye bağlı. Bu coğrafya insanca yaşamak için gerekli olan her şeyden mahrum, insanlar fakir, perişan, ama öncelikle hukuk yok. Böyle olunca da özgürlük, hukuk, insan hakları en çok aranan kavramlar oluyor. Ne var ki, en büyük sıkıntı da burada; insanlar, kralların, şeyhlerin, başkanların hukuku ile ABD’nin hukuku arasında sıkışmış durumda; neredeyse ölümlerden ölüm beğenmeye mahkûm edilmişiz.

Yerel diktatörlerin baskısı altında bunalan bölge ülkeleri aydınları yıllarca batıya baktılar, batıdaki demokrasiye, özgürlüğe, hukuka, insan haklarına öykündüler. Fakat 11 Eylül ve Irak işgalinden sonra şimdi hiç kimse aynı yerde değil.

11 Eylül sonrası dünyasında “İnsan hakları” kavramı şüphe ile karşılanır olmuştur; bu, en azından batı dışı toplumlar için, özellikle İslam coğrafyası ve Müslümanlar için böyledir. Sıradan bir Müslüman, özellikle bir Iraklı için bugün “demokrasi, insan hakları ve özgürlük” kavramları, olumlu hiç bir çağrışım yapmıyor. Nasıl yapsın ki, ülkenizi işgal eden, insanlarınızı öldüren, zenginliklerinizi yağmalayanlar, demokrasi ve özgürlük için ülkenizde bulunduklarını söylüyorlar, çocuğunuzu katleden, kardeşinize işkence eden, evinizi yıkanlar, yani katilleriniz, yüzünüze alaycı bir gülümsemeyle bakıyor ve diyorlar ki, “Biz aslında sizi kurtarıyoruz”.

“İnsan hakları, özgürlük, demokrasi, liberalizm, serbest piyasa” gibi birbirinin tamamlayan kavramlar, küresel kapitalizmin birer tahakküm aracına dönüşmektedir. 11 Eylül perdeleri kaldırmıştır; batı uygarlığı, bir zamanlar dünyayı yağmalamayı nasıl “medeniyet götürme” adına meşrulaştırıyor idiyse, bugün yeni sömürgecilik de, demokrasi, özgürlük ve insan hakları kavramları ile geliyor.

Güç uygarlığının, dünyayı özgürleştirirken (!) hemen her şeyi araç olarak kullandığını görüyoruz; IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü, çok uluslu şirketler, bankalar, borsalar, özelleştirmeler, sivil toplum örgütleri, araştırma şirketleri, strateji merkezleri, fonlar, televizyonlar, sinema, gazeteler, akademisyenler, köşe yazarları… bunlar neo-liberal kuşatmanın “yumuşak” araçlardır. Bu yumuşak araçlarla sisteme dahil olmayanlar için, ordular, NATO, bombardıman uçakları, tanklar, seyreltilmiş uranyum içeren bombalar, donanmalar, istihbarat örgütleri, işkence uçakları vs devreye giriyor. Artık kirlenmeyen, kan bulaşmayan, çürümeyen, dokularına sarı fosfor gazı nüfuz etmeyen hiçbir kavram kalmadı, liberal demokrasilerin insanlığa söyleyecek tek bir sözü yok.

Bu anlattıklarım bilim kurgu filmlerinden alınmış sahneler değil, bütün bunlar oluyor, yaşanıyor, televizyonda her akşam seyrettiğimiz sahneler gerçek, patlayan gerçek bombalar, havaya uçan, paramparça olan gerçek insanlar, yerle bir olan gerçek insanların yaşadığı şehirler. Ne var ki, bazıları, özellikle de sivil toplum ve insan hakları profesyonelleri, adeta hipnotize olmuşçasına, çevremizde her gün yaşanan bu olayları görmezlikten geliyor, özgürlük götürme adına on binlerce insanı öldüren uçakların üzerimizden geçerek Irak’a gittiğini, güzelim Bağdat’ın, Basra’nın, Fellüce’nin üzerine yağan bombaların İncirlik’ten taşındığını, insanları işkence merkezlerine nakleden CİA uçaklarının Türkiye hava alanlarını ve hava sahasını kullandığını yok sayıyorlar. Kimse insan hakları örgütlerinin bütün bunlara karşı çıktığını söyleyip işin içinden çıkamaz, rapor yazmak olsa olsa bütün bunları bir tür meşrulaştırmaktan başka bir şey değildir.
Sorun, “emperyalizm” ve “insan hakları ideali”nin felsefi temellerinin aynı olmasından kaynaklanmaktadır. Batılı anlamda insan hakları ideali, “ontolojik özne” olarak kabul edilen “insan” üzerinde kurulmuştur. Bu temellendirmede, yukarıda işaret edildiği gibi, insan cinsi, taşıdığı varoluşsal özelliklerinden dolayı doğuştan “değerli ve onurlu” olduğundan bu haklara layıktır. İnsan, doğarken getirdiği, “konuşma, akıl ve irade sahibi olma, alet yapma” özelliklerinden dolayı üstündür.

Bu felsefe insanlar arası ilişkiyi alet kullanmaya indirgemiştir, burada en iyi alet kullanan en üstündür. Daha iyi alet kullandığı, dolayısıyla daha akıllı olduğu için, “batılı insan”, dünyanın kalan yerlerini “fethetme” ve “medenileştirme” hakkına sahiptir. Avrupa merkezciliğin ve ırkçılığın temelinde bu felsefe yatmaktadır; iki dünya savaşı, öncesi ve sonrasında yaşanan katliamlar, Amerika’da, Afrika’da yapılan jenositler, medeniyetlerin yok edilmesi, dünyanın yağmalanması hep bu anlayışın ürünüdür. Batı uygarlığı kendi vicdanı olan Marksizm’i yenip devre dışı bıraktıktan sonra kapitalizmin saldırganlığına karşı dünya her zamankinden daha korumasızdır.

Batılı insan hakları söylemi, ontolojik özne olan bireyin dilediği gibi kendisini gerçekleştirmesi anlamına gelen “özgürlük hakkı”na dayanır. Batı uygarlığı pratiğinden çıkardığımız sonuç, en iyi alet yapanın, yani en akıllı ve en “medenî” olanın en özgür olduğudur. Bu nedenle, kendi toplumlarında bireyi, devlete ve toplumsal kollektiviteye kaşı koruyorsa da, batılı insan hakları söylemi, çifte standartlıdır; içindeki farklıları ve dünyanın diğer halklarını ABD ve AB’ye karşı korumuyor. 11 Eylül sonrası bu söylemin çökmesi tesadüfî değildir; “kendi özgürlük alanı”na yönelik bir tehlike sezinlediği anda dehşete kapılan batı dünyası, ötekinin asgari özgürlük ve hak taleplerini “tehlikeli” ve hatta “terör” olarak mahkûm etmiştir.

11 Eylül saldırıları, binlerce insanın öldürüldüğü terör eylemlerinin şok etkisi olmuştur. Yine de bu, sadece bahanedir, batının başkasının özgürlüğünü ihmal edilir olarak görmesinin esas nedeni, artık kendisinin başkasını değiştiremeyeceği, onu değiştirerek yok edemeyeceği endişesidir. Burada başkasının kendisini ortadan kaldıracağı korkusu yansıtma mekanizması ile kurulan tamamlayıcı bahanedir.

Elbette, dün olduğu gibi bugün de hak ihlalleri var, güçlü olan zayıf olanı baskı altına alıyor. Örgütlü ve organize güçler, kurumlar ve devletler, ulus-üstü yapılar, çok uluslu şirketler, insanları denetimlerinde tutmak istiyor, onları sınırlıyor. Tek tek insanlar, zayıf olanlar; kadınlar, çocuklar, yaşlılar, çalışanlar, emekçiler, yoksullara yönelik tehditler devam ediyor. Dünyanın her tarafında diktatörler var, ideolojiler bitti, totalitelerin sonu geldi denildi ama bir tek totalite, liberal demokrasi zaferini îlân etti, kendisine karşı çıkanlara amansız bir savaş açtı. Bugün neo-liberal politikaları eleştirenler, örneğin özelleştirmelere karşı çıkanlar deli, içlerine şeytan girmiş olarak görülüyor ve liberalizmin rahipleri olan uzmanlar tarafından aforoz ediliyor.

Yukarıda söylediklerimle çelişkili gibi görünse de, bütün bunların, “insan hakları”nı her zamankinden daha aranır bir ihtiyaç haline getirdiğini ifade etmeliyim. İşte en büyük zorluk da burada başlıyor, çünkü felsefi temelleri ve pratikleriyle, hak ihlallerinin meşrulaştırma aracına dönüşmüş bir kavram ve bu kavramdan meşruiyet alan kurumsallaşmış yapılarla karşı karşıyayız. Bu yapıların içinde konuşlanmış insan hakları profesyonelleri, üzerinde durduğu zemini nasıl tartışacak, altındaki halinin kaymasını göze alabilecek mi?

Eğer böylesine radikal bir sorgulamaya yüreğimiz yetiyorsa, elbette, küresel tahakkümün bir aracı haline gelen batılı insan hakları idealinin bir alternatifi mümkün. Yeni bir insan hakları ideali için, merkeze, “konuşan, aklı ve iradesi olan, alet yapabilen” olarak doğduğu için “hak sahibi olan insan”ı değil, yine akıllı olduğu için “sorumlu olan insan”ı koyan bir ahlâk felsefesine ihtiyaç var. Bu konuda, “hak ve adâlet” kavramları üzerine kurulu olan, tüm İbrahimî gelenekler, ama özellikle İslam, önemli imkânlar sunmaktadır. Kur’an’a göre, akıl sahibi olarak yaratılarak, tabiatına uygun bir şekilde döşenmiş olan yeryüzüne gönderildiğinden dolayı insan, şükretmekle yükümlüdür. Şükretme, diğer insanlara ve onlarla paylaşılan yeryüzüne saygılı olmayı gerektirir, yani “salih ameli”.

Kendi haklarımı ve özgürlüğümü kaybetmemek için başkasının hakkına tecavüz etmiyorsam, yani menfaatim söz konusu olduğu için insan haklarını savunuyorsam, bunu, her zaman ve herkese karşı yapmam, ama bir “sorumluluk” olarak hak savunucusuysam her zaman ve herkese karşı bu pozisyonumu korurum. Çünkü Allah, her yerdedir, bana şah damarımdan da yakındır, yaptığım ve yapmadığım hiçbir şey O’ndan gizli değildir. Bir insan hakları savunucusu olarak kendimi böyle bir ahlâk felsefesi üzerinden temellendiriyorsam, ne kadar farklı olursa olsun, dini, dili, rengi ne olursa olsun, başkası, benim için yabancı, düşman, korkmam ve bu nedenle uzaklaşmam gereken ya da yaklaşıp kendime benzeterek yok etmem gereken bir nesne değil, tanışacağım, dayanışacağım, hayırda yarışacağım din ve dünya kardeşimdir. Diğerlerine karşı âdil ve hakşinas olmam, beni(ve bütün insanları) canlı, akıl ve irade sahibi olarak yaratarak benim için(ve bütün insanlar ve diğer canlılar için) yeryüzünü döşeyen Allah’a şükran borcumdur, sorumluluğumdur. “Sorumluluk”, yapmayı, “salih ameli” gerektirir, elbette haksızlık, adaletsizlik ve zulümden uzak durmak, onları teşhir etmek, onların kötülük olduğunu söylemek(rapor yazmak) gereklidir, ama sadece bunları yapmak zayıflıktır; zayıflık ise birçok zaman kötülüğü yaşatır, o nedenle kötülüklere müdahale edilmeli, onlarla mücadele edilmeli.

3. Aydınlar ve Liberallik Meselesi
Demokrasi ve insan hakları sosu ile piyasaya sürülen neo-liberalizm, sadece İslam coğrafyasının laik aydınlarını değil İslamcı aydınları, hatta sokaktaki insanı bile müthiş bir şekilde büyülemiş; piyasa denen canavar insanların beynini yutmuş durumda.

İşimiz hiç kolay değil, çünkü bölge ülkeleri aydınları müthiş bir kafa karışıklığı içinde. Şu Türkiyeli aydınlarının durumuna bakalım. Liberal-solcu aydınlar Avrupa’ya toz kondurmuyor. Bunu anlamak belki mümkün olurdu ama yanı başımızda yaşanan insanlık trajedisi ile bile ilgisizler. Umudu “aydınlanmış despotlar”a bağlayanlardan hiçbir şey beklemiyoruz ama tam böyle olmasa da İslamcı aydınların durumu da çok iç açıcı değil. Bir İslamcı yazar, Fransa Cumhurbaşkanı Jacques Chirac’ın okullarda başörtüsü yasağı istemesi karşısındaki hayal kırıklığını, “Günümüzü belirleyen aydınlık düşüncelere ebelik eden bir ülke olmaktan hızla uzaklaşıp hoşgörüsüzlük ve baskıcılık yolunu seçmesi tam bir akıl tutulması” şeklinde ifade ediyor. Yine bir İslamcı insan hakları savunucusu, Fransız Hükümeti’ni, “din ve vicdan özgürlüğünü doğrudan engelleyen ve asla meşru olmayan” bu yasakçı anlayıştan bir an önce vazgeçmeye çağırıyor. Konuyu haber yapan İslamcı yayın organlarında da aynı ruh hali egemen; hemen her haberde Fransa’ya Avrupa’nın yüce (!) değerlerini hatırlatma gayreti var.
Bu ruh hali baştan sona sorunludur. Açlığın, yoksulluğun, savaşların ve terörün kol gezdiği, güçlünün zayıfların topraklarını işgal ettiği, mallarını yağmaladığı günümüz dünyasında, bütün bu olumsuzlukların çöreklendiği bir coğrafyanın çocukları “günümüzü belirleyen aydınlık düşünceler”den söz ediyor, ona öykünüyor ve hatta karanlıkları ekenlerden insaf ve merhamet bekliyorsa, burada müthiş bir kafa karışıklığı var demektir.

Elbette başka kavramları da var, ama bugün batı, dünyanın karşısında liberal demokrasi kavramı ile çıkmaktadır. Burada “demokrasi”, kimilerinin sandığı gibi, tüm din, inanç, kanaat, kimlik ve yaşam tarzlarının ifade edilip kendisini geliştirebileceği bir çerçeve, bir toplumsal ilişkiler biçimi değildir, “liberal demokrasi” derken bizzat bir yaşam tarzına gönderme yapılmaktadır. “Liberal demokrasi”, kendisini uygar/gelişmiş insan davranışına uygun tek ve kesin bir yaşam tarzı olarak sunmaktadır, bu kabulde diğer yaşam tarzları ilkel, geri ve barbardır. Bir dönem batı uygarlığı için bir tehdit olarak algılanan komünizm karşısında geliştirilen bireysel haklar, özgürlükler, hukuk, hukukun üstünlüğü gibi kavramlar, komünizm yenilip tarih sahnesinden uzaklaştırıldıktan sonra şimdi yeniden tanımlanmaktadır. Batı uygarlığı asıl şimdi aslına rücû etmektedir. Şimdi batının egemen tahayyülündeki kadim öteki, yani İslam, tekrar tarih sahnesine çıkmaktadır. Mezhep çatışmaları, toplu ayin görüntüleri ve geri kalmışlık sahnelerine 11 Eylül sonrasında terör manzaraları da eklenerek, bin dört yüz yıllık tarihi içinde farklı toplumlarda çok farklı biçimler ve zenginlikler yaratmış olan bir din homojen bir kültüre indirgenerek radikal bir biçimde ötekileştirmektedir. İslam, tekrar yükselen ve “cihatçı” bir din olarak batı uygarlığı karşısında dikilmiştir.

Burada “Biz o Müslümanlardan değiliz ya da İslam o tanımladığınız değil, biz burada ılımlı, medeni, modern bir İslam inşa ediyoruz” demenin bir anlamı yok. Batı için tek bir İslam var ve o İslam bugün batılı/liberal yaşam tarzının ötekisi ve düşmanıdır. Batı uygarlığı kendisini böyle bir öteki kurgusu üzerine yeniden inşa etmektedir. Ayrıca bu kurgu sömürgeciliğin de temel dayanağıdır.

Bir taraftan özgürlük ve demokrasi götürme iddiası diğer taraftan da hak ve özgürlüklerin kısıtlaması paradoks gibi görünüyor. Özgürlüklerin referansını batıda arayan İslamcı aydınların Fransa’nın başörtüsünü yasaklama kararı karşısında hayal kırıklığı yaşamaları bundandır. Bu hayal kırıklığı bize olup bitenleri yeniden değerlendirme imkânı verir mi; buradan nerede durduğumuza dair bir muhasebe çıkar mı, referanslarımızı gözden geçirebilir, Müslümanlığımıza dair yeni okumalar yapabilir miyiz? Ben şahsen bütün bunlardan böyle bir rahmet umuyorum ama bu hayal kırıklığı “aydınlık geçmişinden uzaklaşan” eski Avrupa yerine özgürlükler ülkesi(!) Amerika’ya yönelişi ikame edebilir. İslamcı yayın organlarının, ABD Hükümeti’nin yayınladığı ve Fransa’nın eleştirildiği özgürlükler(!) raporunu baş tacı etmeleri böyle bir tehlikeye işaret etmektedir.

4. İsrail Meselesi
Tüm İslam coğrafyasında ama özellikle İsrail’le komşu olan Arap ülkelerinde işgalci İsrail ve Siyonizm düşmanlığı ile Yahudi düşmanlığı iç içe geçmiş durumda, radikal gruplar bir yana ılımlı Arap aydınları bile Yahudilerle her türlü diyalogu reddediyor, Yahudilerle görüşme hainlik olarak değerlendiriliyor. Bu durum da saldırgan İsrail yönetimi ve dünya Siyonizmi için meşruiyet kaynağı olurken bölgede ırkçılığın yeniden kurulmasını getiriyor. Doğu Konferansı ve Doğudan dergisinin yapacağı çalışmalarda bu meselenin ciddi sıkıntılara neden olacağı anlaşılıyor.

Bu coğrafyanın imkânları derken en başta kast ettiğimiz şey birlikte yaşama geleneğidir. İcat edilmiş “Dinler diyalogu”ndan söz etmiyorum; bütün yıkım ve bozulmalara rağmen bu coğrafyada hâlâ cami, kilise ve havraların iç içe olduğu şehirler var, bunlar, bu coğrafyada yüzyıllar boyu etnik ve dini temele dayalı ayrımcılığın yapılmadığına dair işaretlerdir. Bu işaretlerin peşinde olacağını ilan etmiş olan Doğu Konferansı elbette her tür ayrımcılığa karşı çıkmaktadır. Her tür ırkçılığa, bu arada Yahudi düşmanlığına karşı çıkarken “antisemitizm” kavramının İsrail devletinin cinayetlerini örtmek için bir malzeme olarak kullanıldığını da görmek durumundayız. Bugün Filistin’deki işgale ve İsrail devletini yöneten Siyonistlerin işledikleri cinayetlere karşı çıkan herkese antisemit (Yahudi düşmanı) damgası vurulmaktadır.
Öte yandan, kapitalist dünya sisteminin dayattığı ekonomik sömürü, askeri kuşatma ve işgalleri “Yahudi oyunu”na indirgeme eğilimine şahit olmaktayız. Bunun da Siyonistlerin kendilerine muhalif herkesi antisemitizmle suçlaması kadar sorunlu olduğunun farkında olmalıyız. Evet, İslam coğrafyasında, bu arada Türkiye’de, bir siyasal jargon olarak her kötülüğü “Siyonizm”le izah etme yaygın bir yaklaşımdır ama bunun ne tarihi ne de toplumsal bir alt yapısı var. Müslümanların geçmişinde, modern zamanlarda “milliyetçiliğin” beslediği birkaç tarihi olayı saymazsak, insanlara etnik kökenleri ve dinleri farklı olduğu için düşmanlık beslemek yoktur. Aksine İslam coğrafyasında birlikte yaşama ve hoşgörünün eşsiz örnekleri var. Kaldı ki İslam, farklılıklardan dolayı insanlara düşmanlık beslemeyi ve adaletsizliği yasaklamıştır.

5. Medeniyetler Çatışması ve Batı Düşmanlığı Meselesi
Yenilgiler, geri kalmışlık, baskılar, ekonomik sömürü, kültürel kuşatma, askeri işgaller, İslam dünyası aydınlarını batı hayranlığı ve batı düşmanlığı uçlarına savurmaktadır. Özellikle 11 Eylül sonrası başlayan süreç bölge aydınlarını kendilerini bir batı karşıtlığı ve doğu-batı antagonizması temelinde tanımlama ve toptan reddedici pozisyona sokmuştur. Bu toptan reddedici tutum, bizi kolaylık ve kısırlığa iter, kendimizi gözden geçirmemizi ve bölgenin tarihsel-kültürel mirasından hareketle batıyı da kuşatacak bir yeni düşünüş ufku ve önermeler dizisi üretmemizi engeller. Bu da medeniyetler çatışması tuzağına düşmekten başka bir şey değildir.

Öte yandan savunma psikolojisine giren bazı çevrelerin “medeniyetler çatışması” tezine karşı “medeniyetler arası diyalog” masalına sarıldıkları görülüyor. Bu da bir tuzaktır. Bu medeniyetler çatışması ya da diyalogu şeklinde kurulan dil egemenlerin dilidir ve bugün dünyada yaşanan çatışmaların esas kaynağı bu dildir. Bugün “medeniyet” dili şöyle kurulmaktadır: Bir uygar/medeni dünya var, bir de barbar. Bu, keşiflerden, kolonileştirmeden, sömürgecilikten bu yana böyledir. 11 Eylül’den sonra barbar dünyanın merkezi İslam dünyası olmuştur. ABD neo-con’ları ile Bush ve Blair, uygarlık adına dünyayı kuşatmak ve başta İslam coğrafyası olmak üzere dünyayı uygarlaştırmak üzere ilâhî bir şekilde görevlendirildiklerine inanmaktadırlar; bunun için Bush, küresel savaş ve işgal operasyonuna “ilâhî adâlet savaşı” adını vermiştir.
Karşı çıktığımız, uygarlık (demokrasi ve özgürlük) götürme adına dünyanın kan ve ateşe boğulması, topraklarımızın işgal edilmesi, zenginliklerimizin yağmalanmasıdır. Bush ve Blair’e düşmanız, Yahudilik ve Hıristiyanlığa değil. Bush ve emperyalizm ile çatışıyoruz, Amerikalılar, İngilizler ve Yahudilerle değil. Bu uygarlık anlayışını, batı uygarlığını sorguluyoruz. Bunu batılılar da yapıyor, Yahudiler de.

Medeniyetler çatışması tezi kadar medeniyetler diyalogu tezi de bir tuzaktır. Medeniyetler çatışması tezi nasıl neo-con’ların saldırılarını meşrulaştırıyorsa, medeniyetler arası diyalog tezi de medeniyet olarak dayatılan WASP (Beyaz, AngloSakson, Protestan) ideolojisi ve neo-liberal soygunu bir şekilde kabul etmek, Bush, Blair ve adamlarının merhametine (!) sığınmaktır.
Dünyanın ihtiyaç duyduğu şey, medeniyet diye dayatılan neo-liberal saldırganlıkla uzlaşma değil, yeni bir medeniyettir. Bu yeni medeniyet, elbette insanlık vicdanında beslenecek, bunu elbette Müslümanlar, Hıristiyanlar, Yahudiler ve diğerleri birlikte inşa edeceklerdir. İnsanlık artık bu zalimliği, sömürüyü, saldırganlığı, terör ve vahşeti taşıyamamaktadır, tek değer ve meşruiyet ölçüsü olarak gücü ve kaba kuvveti gören bu sözde uygarlık, işlediği cinayetlerin altında kalacaktır. Elbette insanlığın yeni bir dünyaya, barış, hak ve adâleti ölçü alan yeni bir medeniyete ihtiyacı var.
İnsanlık vicdanı harekete geçmiştir, bunun için umut verici işaretler vardır. Bu anlamda 15 Şubat 2003 tarihi bir milat olabilir. 15 Şubat 2003’te dünyanın önemli merkezlerinde yürüyen milyonlarca Müslüman, Yahudi ve Hıristiyan, barış ve adalet meşalesi taşımıştır. 15 Şubat 2003 tarihinden bu yana dünyanın değişik bölgelerinde sadece savaşa karşı çıkmak için değil, aynı zamanda bu savaşların, bu saldırganlığın, yağmanın nedenlerini sorgulayan çok sayıda etkinlik yapılmaktadır. Bu etkinliklere farklı kıtalardan farklı din ve anlayışlara sahip olan insanlar katılmaktadır; küresel saldırganlığa karşı küresel direniş örgütlenmektedir, bu çalışmalardan hayırlı sonuçlar elde edileceğine inanmak durumundayız.

5. Terör Meselesi
Hiç kuşku yok, sivillere yönelen şiddet hiçbir şekilde tasvip edilemez. Şiddeti siyasetin aracı yapmayı kabul etmediğimizi, günümüz dünyasında Müslümanlara ve bu arada haksızlığa uğrayan herkese yüklenen çatışma dilini reddettiğimizi peşinen ifade etmeliyiz. Ama bir savaşın ortasında olduğumuz da açık, her gün dünyanın dört bucağında, ama özellikle İslam coğrafyasında onlarca çatışma oluyor ve biz bütün bu olaylar hakkında konuşmak durumundayız. O halde sağlam ölçülere ve bize ait olan bir dile ihtiyacımız var.
“Kimden gelirse gelsin kime yönelirse yönelsin her tür terörü reddediyoruz” dediğinizde aslında bir şey söylemiş olmuyorsunuz, bu yaklaşımın hiçbir anlamı yok. Önce şunu tespit edip herkese anlatmak zorundayız. Eğer varsa bir medeniyetler çatışması bunu biz icat etmedik, Müslümanların batı medeniyeti ile, onların yaşam tarzı ile, Hıristiyanlık ve Musevilikle bir sorunları yok. Aksine batılıların, batılı devletlerin, ABD’nin, İngiltere’nin, İsrail’in kendilerinden olmayanlarla, doğulularla sorunları var, onlar geldiler İslam coğrafyasını işgal ettiler. Bizim onların mallarında mülklerinde gözümüz yok, onlar bizim zenginliklerimize, topraklarımıza göz diktiler, el koyuyorlar. Savaş bizim topraklarımızda oluyor, çünkü gelip topraklarımızı işgal ettiler. Müslümanların amacı batı medeniyeti ile savaşmak değil, batıdan gelen dayatmalara teslim olmamak, batılıları topraklarından çıkarmaktır. Bu amaçla özellikle askeri işgallerin devam ettiği Irak, Afganistan, Çeçenistan ve Filistin’de direnişçilerin işgal kuvvetleri hedeflerine yönelttikleri her harekat meşrudur, bu saldırılara terör saldırısı, Müslüman direnişçilere terörist demek işgalcilerin oyununa gelmekten başka bir şey değildir.

Burada tartışılacak konu vatanlarını kurtarmak için savaşan direnişçilerin kullandıkları bazı yöntemlerdir. Örneğin “intihar saldırıları” diye adlandırılan eylemler ve bu eylemlerin zaman zaman “sivil” diye nitelenen hedeflere yönelmesi. Topraklarını kurtarmayı amaçlayan savaşçıların bunları planlı ve sistemli bir şekilde yaptıklarını kimse iddia edemez. Yerinden yurdundan edilen, malına mülküne el konulan, çoluğu çocuğu öldürülen, namusuna el uzatılan, onuru kırılan, tüm savunma araçlarından mahrum edilerek çaresiz bırakılan insanlar, intihar eylemlerinden başka ne yapabilirler? Kocaları, çocukları öldürülmüş, ocakları söndürülmüş, ırzlarına geçilmiş, kirletilmiş Çeçen kadınlarının, yetim, yoksul ve çaresiz bırakılan Filistinli çocukların canlı bomba olmaları anlaşılmaz bir şey mi? Filistinlilerden gasp edilen yerleşim bölgelerinde yaşayan yediden yetmişe silahlı İsrailliler ne kadar sivil hedeftir?

Bütün bunlara rağmen Müslümanların savaşta nasıl davranacakları tartışmaya mahal olmayacak şekilde bellidir. Müslümanlar ancak vatanlarını, mallarını, namuslarını ve şereflerini korumak için savaşırlar, düşman ne yaparsa yapsın kendileri, çocuklara, yaşlılara, kadınlara, savaşmayanlara zarar veremezler. Kim oldukları ve ne yaptıkları belli olmayan bazı örgütlerin yer ve hedef gözetmeksizin yaptıkları saldırılar, savaşmayan, sivil hedeflere yönelen eylemler asla kabul edilemez, aklı başında hiçbir Müslüman bunları onaylamaz.

Elbette böyle insanlar ve örgütler vardır. Bunlardan hareketle Müslümanların işgallere karşı direnişlerini “İslami terör” diye mahkûm etmek, karalamak işgalcilerin propagandalarıdır. Bu propagandaların amacı, bizi savunma psikolojisi içine sokup yönelimimizi bozarak Afganistan, Irak ve Filistin’deki direnişlerden soğutmaktır.

Şunu açıklıkla ve cesaretle ifade etmeliyiz ki, hiçbir Müslüman masum insanların öldürülmesini kabul edemez. Dini, ırkı, siyasi görüşü ve diğer mensubiyetleri ne olursa olsun bir insanın haksız yere öldürülmesi bütün insanların katledilmesine denktir, “katl” ise en büyük günahtır. Ancak, ülkelerini işgal eden, zenginliklerini yağmalayan, çoluk çocuklarını öldüren, namus ve şereflerini ayaklar altına alan saldırganlarla savaşmak ise herkesin hakkı ve görevidir. Bugün başta Afganistan, Irak, Çeçenistan ve Filistin olmak üzere İslam coğrafyasının büyük bir bölümü işgal ve kuşatmalarla karşı karşıyadır. Müslümanlar bu kuşatma ve işgalleri kırmak, emperyalist saldırganları topraklarından çıkarmak için savaşıyorlar. İşgalciler devasa teknolojileri; seyreltilmiş uranyumları, B-52’leri, akıllı füzeleri ile geliyorlar. Her savaş zor ve acımasızdır, ama bu savaş hepsinden zor ve acımasız.

Bizim çekineceğimiz, gocunacağımız hiç bir şey yok. Bilinsin ki, “terör için kesin bir şey söyle” diye bizi sıkıştıranların amacı ABD ve İsrail’in terörünü saklamaktır, onlara “ Biz terörden uzağız, siz işgale, ABD ve İsrail’in cinayetlerine, en önemlisi dünyanın yağmalanmasına ne diyorsunuz?” sorusunu yöneltelim.

Elbete “şiddet” üzerinde konuşurken bu kadarı ile yetinemeyiz. Bugün maalesef şiddet bölgemizi sarmıştır. Bölgedeki şiddetin kaynağı İsrail ve ABD işgalidir. Ancak özellikle Irak ve Filistin’de şahit olduğumuz gibi, şiddet, bir tür siyasetin aracı haline gelmiş ve sadece işgal güçlerine karşı değil etnik, dini ve siyasi gruplar birbirlerine karşı da şiddet kullanmaktadırlar.

Hiç kuşku yok ki, bölgedeki şiddet eğiliminin geleneksel nedenleri de var. Ama bugün yaşananın modern bir olgu olduğunun altını çizmek durumundayız. 11 Eylül’de ikiz kulelere saldıranların gelenekle bir ilgileri yok, bu insanlar, yenilmiş, küçük düşürülmüş bir medeniyetin modern eğitim almış çocuklarıdır. Kendilerini ezen, yok eden güç uygarlığına karşı direniyorlardı, düşmana kendi evinde kendi silahları ile karşılık vermişlerdi.

Üç yüz yılı aşkın bir zamandan beri devam eden bu direnişin daha ilk yıllarında sorulan soru ortada duruyor: “Bu tahrip eden, yok eden güce nasıl muhalefet edilebilir, bu korkunç güçle nasıl baş edilebilir?” Bu soru esasen tuzaklarla doludur. Mantığın gereği olarak bu soruya, “Düşmanın silahları ile” cevabını verirsiniz, üstelik elinizde “Düşmanın silahları ile silahlanın” şeklinde bir söz var. Nitekim öyle oldu; Müslümanlar, tahrip eden, yok eden batı uygarlığının kültürel, ekonomik ve askeri saldırılarına karşı direnmek için bu uygarlığın silahlarını elde etmek için uğraşıyorlar.
İşte tuzak dediğimiz şey tam da burada duruyor. Öncelikle, batı uygarlığı bizi ve tüm uygarlıkları yok ederken kullandığı araçları elde etmek o kadar kolay değil, bu araçları elde etmek için girdiğiniz yarıştan galip çıkmanız çok zor. Sonra bu araçlar; yani modern bilim, teknoloji, piyasalar, nükleer silahlar vs öyle masum şeyler değil. Bu silahlar, onlarla ne yapılacağını dayatırlar; her kim bu silahları eline alırsa elinden başlayarak beynine, zihnine doğru değişmeye, dönüşmeye başlıyor. Bu silahları elinize aldığınız andan itibaren onların esiri olursunuz, artık siz de tahrip etmeye, öldürmeye, yok etmeye başlarsınız. Mümkün değil ama kazansanız da değişen bir şey yoktur, çünkü artık siz de canavar olmuşsunuzdur.

Dehşet uygarlığının jandarması binlerce metre yüksekten uçan B-52 ağır bombardıman uçakları ile insanların üzerine tonlarca bomba yağdırıyor; asker, sivil, çocuk, kadın, yaşlı ayırmadan insanları yok ediyor, dehşet uygarlığına direndiğini iddia eden bir başkası bomba yüklü kamyonu infilak ettiriyor, yine masum, sivil insanlar, çocuklar, kadınlar, yaşlılar paramparça oluyor.
“İslami terör” şöyle bir şey olsa gerek: Bombayı patlatan Müslüman, amacı dehşet uygarlığı ile savaş, sonuçsa dehşeti yeniden üretmek.

Tarihin her döneminde, her toplumda siyasi amaçlı şiddet kullanımı olmuştur, İslam tarihinde de siyasi cinayetler hiç eksik olmamıştır. Ama bugün karşı karşıya olduğumuz terör, ismine ne dersek diyelim modern bir olgudur, bunun elbette İslam’la bir ilişkisi yok, ama bu eylemlerin failleri Müslüman. Kimse Usame bin Ladin’in kıyafetlerine bakarak bir sonuç çıkarmasın, İslam coğrafyasında üretilen terör, bir dehşet uygarlığı olan modern batı uygarlığı ekseninde ve simetrisinde kuruluyor; bu, İslam’la, gelenekle ilgili olmaktan çok modernlikle ilgilidir. Yine modern batı uygarlığının bir ürünü olan piyasa ekonomisi ve neo-liberal uygulamalar İslam coğrafyasında ne kadar tahribat yapıyorsa bu eylemler de bu coğrafyadaki direnişe o kadar çok zarar veriyor.

Eğer farklı bir şey yapacaksak bu dehşet uygarlığını yine bu uygarlığın araçları ile yenmeye kalkmamalıyız. Dehşet uygarlığına karşı, insanlığın binlerce yıllık adâlet arayışına karşılık gelecek bir şeyler söylemek, direnişin farklı araçlarını bulmak zorundayız.

6. İslam Meselesi
Kim olursanız olun, ne yapmak isterseniz isteyin bu coğrafyada yaşıyor ve konuşuyorsanız, özellikle Doğu Konferansı gibi, bölgeye yönelik kültürel, ekonomik, siyasi ve askeri kuşatmalara karşı direnişin kültürel cephesini kurmak gibi bir iddianız varsa ve bu amaçla keşif hareketine girişmişseniz her adımınızda “İslam”la karşı karşıyasınız demektir. İslam ve Müslümanlık dolayımlı tüm tartışmalarla ilgilenmek zorundasınız.

Siyaset, ekonomi, sanat, edebiyat, bu coğrafyada her konu, mutlaka bir din ve kültür olarak Müslümanlıkla ilgilidir. Üstelik öyle bir tek İslam da yok; değişik mezhepler ve yorumlar söz konusu. Dahası, bir din ve kültür olmanın ötesinde İslam’ın kaynaklık ettiği farklı siyasi anlayış ve ideolojik gruplar var. Bu coğrafyada İslam, bazan baskılara direnişin dinamizmini oluştururken bazan da diktatörlerin bahanesi olabiliyor. Dolayısıyla, bu coğrafyada İslam ve onunla ilgili her şey, herkesin, ama özellikle Doğu Konferansı gibi bir çalışmanın, önemli bir imkânı olabileceği gibi ciddi bir engeli de olabilir.

Sonuç

Doğu Konferansı Deklarasyonu şu çağrı ile bitiyor:

“Bizler, kültürel kimliğimizin, tarihsel birikimimizin ve entelektüel sorumluluğumuzun gereği olarak, tüm farklılıklarımızı geri plana atarak, halklarımızın geleceği ile ilgili ortak kaygılar ve sorular temelinde, sinerji yaratacak bir sorgulama, arayış ve keşif harekatı başlatmak ve kendimizi bu bilinç çerçevesinde yeniden üretmek üzere yola çıkmaktayız. Çağrımız, bu diyalog ve arayışı anlamlı bulup beslendiğimiz zengin tarihsel kültürel mirasın çoğul karakterinden katılımcı, eşitlikçi ve özgürlükçü değerleri damıtarak, önümüze dikilmeye çalışılan kaotik, karanlık geleceğe meydan okuyan, yeni ışıklı bir dünya umudunu hala koruyan herkese açıktır.”
Hiç kuşku yok ki, bu büyük bir iddiayı taşımak anlamına geliyor. Karşısına dikildiğimiz, emperyalist kuşatmanın dayattığı, zaman zaman askeri işgallere kadar varan siyasi ve ekonomik tahakkümün oluşturduğu kaos ve karanlıktır. Siyasi ve ekonomik tahakkümü kırmak öncelikle entelektüel bir gayret gerektirmektedir. “Doğudan” dergisiyle bunu yapacağız; insanın insana tahakkümünün kalktığı, daha özgür ve âdil yeni bir dünya umudunu büyütmeye çalışacağız.