Thursday, April 3, 2008

Sıfırıncı Sayı / Fikri Tahakküm - Nuray Mert


Tarihe noktalama işaretleri koyabilirsek, 11 Eylül 2001, aslında modern tarihin bitim noktasıdır. Seksenli yıllarda, Sovyetlerin yıkılışı ve bunu takiben sosyalizmin başını çektiği, kapitalizme itirazların tümünün iflasının ilan edilmesiyle, tarihin sonunun geldiği ilan edilmişti. Bu, galip gelen tarafın, karşısındakileri hükemen mağlup saydığı, tek taraflı bir ilandı. Galip gelen, modern kapitalizm, burjuva demokrasisi ve liberal söylemdi, tarihin sonu buydu.

Tarihin sonu tezi aslında, modern kapitalizmin dışında yer alan, moderrn kapitalizme eklemlenmeyen veya eklemlenemiyen her şeyi, tarih dışına itmekten ibaretti. Bu bakışa göre, modern kapitalizme karşı durulacak yer, söylenecek şey kalmamıştı. Ancak, tarihin sonun geldiği iddiası, modern tarihin bitiminin değil, ebediliğinin, ölümsüzlüğünün ilanıydı.

Önceleri tarihin sonunun geldiğini iddia eden Fukuyama, 11 Eylül’ün hemen ardından “tarihin sonu”nun sona erdiğini ilan etti. 11 Eylül, modern tarihin ölümsüzlük iddiasına darbe indirmişti, modern medeniyetin kalesi saldırıya uğramış, tarihsel süreç yeniden başlamıştı. Tarihten kovulan, tarih dışı sayılan her şey tarihe geri dönmüştü, bu saldırı modern kapitalizm varolmak için yeniden mücadele etmek durumunda kalacağının işareti sayıldı. Ancak, mücadelenin muhatabı konusunda bir belirsizlik vardı. Sosyalizm, artık bir muhatap olmaktan çıkmıştı, sadece Sovyetler’in çökmesi değil, tüm sol siyasetlerin tarihsel çözülüşü ile tam bir düşünsel-siyasal kuraklık dönemi yaşanmaktaydı. Giderek eşitsizleşen, insani olana uzaklaşan, büyük bir talanın alanı haline gelen bir dünyada, modern kapitalizme ciddi bir itiraz ortalarda gözükmüyordu, sadece yükselen homurtular vardı. Bu homurtulardan en belirgini İslam çıkışlı köktendinci hareketler ve oluşumlardan yükseliyordu. 11 Eylül olayı, muhatabın adının konmasını sağladı; İslamcı fanatizm ve köktendincilik.

Modern kapitalizm, böylece düşmanı üzerinden kendini yeniden tanımlama ve meşrulaştırma fırsatı yakalamış oldu. Siyasetleri, dünya servetinin çoğuna el koyma çabası ve bu el koyma iktidarlarının geleceğini garantilemekten ibaret olan kapitalizmin merkez ülkeleri, düşmanları üzerinden, “fanatiklere” karşı, “özgürlük ve demokrasi savunucuları” olarak, tazelenmiş biçimde yeniden sahneye çıktılar. Diyeceksiniz ki, bu hikayenin neresi yeni? Modern kapitalizmin çıkışı ve tarihsel macerası bundan ibaret değil mi? Veya, bırakın “tarihin sonu”nu ilan edenleri, küresel kapitalizmin, sorunsuzca dünyayı fethedeceğine zaten kim inanabilirdi ki? “Tarihin sonu geldi” diyenler, aslında, bir büyük kavganın yaklaşmakta olduğunun farkında olmayabilirler miydi? Haklısınız, aslında doğrusu, Fukuyama’nın tezini bir öngörü değil, bir büyük meydan okuma olarak görmek gerekir. Zira, 11 Eylül sonrası politikalar, Fukuyama’nın barış içinde gerçekleşeceğini ‘öngördüğü’ şeyin, yani tüm dünyanın ABD öncülüğünde küresel kapitalizme eklemlenmesinin, askeri işgal dahil zorla hayata geçirilmeye girişilmesinden başka bir şey değildir. Nitekim, 11 Eylül sonrası politikaların temel iddiası, yine modern kapitalizmin tarihin son noktası olduğu ve buna karşı duranların tarih dışılığı fikrinden ibarettir. Afganistan’a askeri müdahele ve Irak işgalinin çıkış noktası da buydu.

Aslında, bu yeni bir iddia da değildi, Fukuyama’nın popüler ettiği “tarihin sonu” tezi, Aydınlanma düşüncesinin sığlaştırılmış yeni bir versiyonu olmaktan başka bir özellik taşımıyordu. Aydınlanma düşüncesi, modern toplumu tarihin son noktası olarak görüyor, modern olmayan toplumsal biçim ve düşünceleri tarih dışı sayıyordu. Modern kapitalizme itiraz eden sosyalistlerin (veya komünistlerin) burjuva demokratlarından tek farkı, tarihin son basamağının modern kapitalist toplum mu, yoksa, modern sosyalist toplum mu olduğuydu. Yirminci yüzyılın sonunda, bu ikinci basamak iddiası hükmen mağlup sayılıp, kapitalizm ebedilik iddiasının altını çizmişti.

Peki, 11 Eylül sonrası yaşananların modern kapitalizmin ve onun emperyalist tarihinden temelde hiç bir farkı yoksa, dahası, tarih sahnesinde, bu kez, ona meydan okuyacak ciddi ve güçlü bir itiraz ortalarda gözükmüyorsa, modern tarihinin sonu neden gelmiş olsun? Bence bu sorunun cevabı sorunun içinde gizlidir. Küresel kapitalizmin bir kriz sürecine girdiği noktada, aslında modern tarihin, düşüncenin, birikimin, içinden bir çıkış noktası bulamıyor, ipi pazara çıkmış eski iddialarına sarılmak durumunda kalıyor.

11 Eylül’ü kimin planladığı, El-Kaide’nin ne olduğu, El-Kaide’nin modern kapitalizme itiraz adına bir şey ifade edip etmediği sorularını bir yana bırakalım. Çünkü bu sorulara verilebilecek cevapların karanlık yanları çok olduğu gibi bir yerden sonra bize fazla faydası olmayacak çıkış noktaları olduğu da anlaşılacaktır. Sonuçta, varılan noktada, ilk ilan edilen hedef olan El-Kaide, daha ilk basamakta yani Afganistan’da büyük ölçüde devre dışı kaldı. Irak işgalinde, önceleri adı geçer gibi oldu, ama söylem hızla başka bir yere kaydı: önce kitle imha silahları tehlikesi, daha sonra “otoriter rejimlerle mücadele” önplana çıktı. Irak ardından, ABD’nin bölgedeki kontrolü karşısında engel olarak gördüğü İran ve Suriye’yi hedef alan siyasetinin porpagandasının temel malzemesi haline geldi. Daha soğukkanlı bir perspektiften olanlara bakıldığında görülecektir ki bu söylem çerçevesinde, ondokuzuncu yüzyıl emperyalizminin doruk noktasına çıkardığı Oryantalist dil yeniden üretilmektedir. Otoriter rejimlere karşı, özgürlük ve demokrasi taşıyıcılığı misyonu, doğrudan Batılı beyaz adamın, modern tarihin bir yerinde takılıp kalmış Doğulu’yu kurtarma ana fikrine gönderme yaparak işe başlıyor. Böylece, ‘İslamcı’, ‘fanatik’, ‘otoriter’ gibi terimler üzerinden ‘Doğu’ yine ve yeniden tanımlanıyor ve bu tanım üzerinden kaderi tayin ediliyor.

Bu açıdan emperyalizm ve neo-emperyalizm ile onların dili olan klasik Oryantalizm ve neo-Oryantalizm arasında fazla fark yok. Ancak, klasik emperyalizm modernleşme referanslarıyla işe girişirken, neo-emperyalizm çoğunlukla modern referansları devreye sokmadan, özellikle de muhatapları sözkonusu olduğunda onları reddederek hareket etmek zorunda kalıyor. Birinci Dünya Savaşı sonunda, henüz modernleşme süreçlerinin başında veya dışındaki Ortadoğu toplumlarına ulusalcılık gibi kılıklar biçen emperyalist politikalar, bu kez belli bir modernleşme süreci yaşamış Ortadoğu ülkeleri ve toplumlarını, etnik, dini, mezhepsel ve cemaatsel terimler ile tanımlıyor.

Emperyalist müdahalenin kalkış noktaları, Batı dışı toplumlar için, toplumsal gelişme derecelerine göre, “medeniyet getirme”den başlayarak, “ilerleme”, “özgürlük”, “milli bağımsızlık” gibi modernleşmenin öncü kavramlarıydı. Özellikle de Ortadoğu sözkonusu olduğunda, uluslaşma süreci neredeyse icad edilmiş ve bölgenin tanziminde devreye giren terminolojiyi oluşturmuştur. Osmanlı İmparatorluğunun son yüzyılında yaşanan sancılı modernleşme süreci, Arap vilayetlerinde, Arap milliyetçiliğinin doğmasını tetiklemişti. Arap milliyetçiliğinin gelişim süreci, emperyal müdahalenin açılımlarıyla ayrılmaz biçimde iç içe geçmiştir. Arap milliyetçiliğinin ötesinde, bölgenin tanzimini düzenleyecek şekilde desteklenen Suriye, Irak, Lübnan gibi ulus devletler, tarihler, kimlikler, yine emperyalist müdahelenin açılımları olarak devreye girdiler.

Bugün gelinen noktada, bu bölgede artık dikkate alınması gereken bir modernleşme süreci yaşanmış olmasına ve modern toplum dinamikleri ile modern kimliklerin bu bölgeyi yüz yıl öncesi ile kıyaslanmayacak bir şekilde sarmış olmasına rağmen, emperyalist müdahele, her nedense modern dışı (öncesi veya ötesi) bir dil kullanmakta ısrar ediyor. Modern siyasal kimlikler ve kavramların, bu bölgede hiç bir karşılığı yokmuşçasına, bölgede olanlar, etnik, dini, mezhepsel kimlik ve cemaat ilişkileri üzerinden kodlanmaya başladı. Irak işgalinden bu yana, bölgedeki çatışma, gerilim ve tüm gelişmelerin, Sunni, Şii, Arap, Kürt, Türkmen gibi etnik-dini kimlikler çerçevesinde takdim edildiğine şahid oluyoruz. Modern politik kimliklerin yerini, etnik, dini cemaatler ve cemaat liderleri alıyor. Bir yüzyıl önce Ortadoğu’da böyle bir tablo daha açıklayıcı olabilecekken, o dönem emperyalist müdahele, uluslar, modern politik gruplar ve liderlerden söz ediyor, onların taleplerini dillendiriyordu.

Klasik Oryantalizm, Doğu’nun, durağan yapısı dolayısı ile, tarihin ilerlemeci dinamiğinin dışında kaldığını iddia ediyor, emperyalist müdahele, Doğu’yu bu durağanlığın esiri olmaktan kurtarma misyonunu üstleniyordu. Modernleşme ve uluslaşma gibi açılımlar, bu toplumların da tarihsel kaderleriydi ancak, bu toplumların tarihe katılmalarının önüdeki engeli kaldırmak için emperyalist müdahelenin tarih ebeliğine ihtiyaçları vardı. Bugün gelinen noktada, klasik emperyalist müdahelenin temel çıkış noktalarına paralel göndermelere sıklıkla karşılaşıyoruz. Yine, “özgürleştirme”den bahsediliyor, yine Saddam gibi diktatörler “Doğulu despot” kavramına gönderme yapılarak tanımlanıyor. Zamanında Lord Cromer, nasıl Mısır’lı kadınları özgürleştirmekten söz ediyor, bu ve buna benzer misyonları, İngiliz politiklarına meşruiyet zemini yapıyorsa, bugün çok benzer tezler Afganistan müdahelesi başta olmak üzere, emperyal müdahele için gerekçe olarak dolaşıma giriyor. Daha önce de işaret ettiğimiz gibi, neo-emperyalizmin ve neo-Oryantalizmin klasik şeklinden birçok bakımdan çok fazla farkı yok gibi görünüyor.

Ancak, bugün gelinen noktada, modernleşmenin kendisi müdahele açısından bir engel teşkil ediyor. Bir yandan, Aydınlanmacı ve Oryantalist dilin radikal eleştirisi, bu dili herşeye rağmen aşındırdı, emperyalist müdahele aracı olarak tamamen etkisizleştirmese de ciddi şekilde yıprattı. Diğer taraftan, emperyalist müdahe alanlarında yaşanan modernleşme, çeşitli biçimlerde direnç kaynağı oluşturuyor. Modernleşme sürecinde oluşan/oluşturulan ulus devletler, küresel kapitalizmin gelişiminin önünde bu kez engel olarak çıkıyor. Artık bir direnç ekseni olarak görülen modern siyasal kavramlar ve kimlikler, devre dışı bırakılıyor, bu nedenle bunların yerine dinsel-etnik, cemaat kimlik ve kavramları konuluyor. Ancak, bu yer değiştirmenin modern siyasal dil ile izahı son derece zor. Post-modern siyasal söylem çerçevesinde, tüm modern siyasal kavramları sonsuza kadar çözmek mümkün, ancak post- modernizmin siyasal dilinin yeni emperyalist müdaheleyi gerekçelendirmek gibi bir gücü veya karşılığı yok.

Yeni emperyalist müdahale dalgası, artık Aydınlanma felsefesini arkasına almış, yüksek sesli bir dile sahip değil. “Özgürlük”ten sıklıkla söz ediliyor, ancak, dünyanın neresinde olursa olsun, özgürlük hakkında yüzyıl öncesine göre, iyi kötü fikir sahibi olunan bir dünyada, bu kavramı emperyalist müdahenin bayraktarlığını yaptırmak kolay değil. Evet, “medeniyet” lafı yine sıklıkla geçiyor, ancak artık daha ziyade küçük harfle, ve hemen ardından Blair’in çok sevdiği “hayat tarzı” terimi ileri süslendirilerek kullanılıyor.

Batı kamuoyuna, emperyalizmin müdahele alanlarının modernleşmeden uzak, yine tarih dışı yerler olduğu, fanatizmin, diktatörlüklerin alanı olduğu propagandası yapılıyor. Diğer taraftan ise, Irak’ta yüzlerce akademisyen ve entellektüelin öldürüldüğü, Irak’ın cemaat liderleri, şeyhler, aşiretlerden oluşmadığı, orta sınıfının yok edildiği, kadınların durumunun işgalden sonra kötüleştiği bilgisi yayılıyor. Batı dışı ülkelerin Batı’da yaşıyan aydınlarının bir kısmı, emperyalist müdahelenin ipini pazara çıkarmak için her şeyi yapıyorlar, sadece varlıkları dahi, sözkonusu toplumları Oryantalist olarak yaftalamayı zorlaştırıyor.

Seksenli yıllarda, küresel kapitalizmin siyasal-düşünsel açılımı post- modernizm üzerinden olmuştu. Aydınlanmacı modernizme karşı yükselen, post- modern eleştiri kaynaklı akımlar, küresel kapitalizme itiraz istikametinde değil, tam tersine onu yeni koşullar altında tazeleyecek, dinamize edecek mecrada gelişti. Tarihin sonu, ideolojinin sonu, büyük anlatıların sonu, hasılı tüm sonlar, düşünsel iktidar eleştirisine soyunurken, küresel piyasanın dayatttığı çerçeveyi sorun dışı bıraktılar. Sonuçta, küresel piyasa veya kapitalizm tahakkümünü, karşısına dikilecek tüm engellerden yakasını kurtarmış oldu, mutlak galibiyetini ilan etti. Post-modern eleştiri, ideolojinin sonunu ilan etmekle, kapitalist tahakkümün ideolojik açılım ve dayatmalarını sorgulama dışı bırakmayı kolaylaştırıyordu, özcü yaklaşımlara karşı çıkarken, insanın sadece tüketici olarak tanımlandığı bir dünyanın, kategorilerden arınmış, özgürleşmiş bir dünya olarak takdimini kolaylaştırıyordu.

Sıradan bir tüketici çerçevesinde tanımlanan “birey”in merkezinde olduğu veya olduğu iddia edildiği, sıradan bir tüketim toplumu, onun kuralları ve kavramları, insanın nihai özgürleşmesi olarak tanımlanabiliyordu. 11 Eylül’e kadar, küresel kapitalizmin son açılımı buydu. 11 Eylül ile büyük anlatı geri döndü, ama sesi kısılmış olarak. Post-modernizmin tarihin dışına kovduğu özne tarihe geri döndü, ama “terörist” olarak. Tüketicinin karşına çıkan düşman “terörist” oldu. Fukuyama’nın bittiğini ilan ettiği tarih, modernizmin post-modern evresiydi. 11 Eylül sonrası politikaların, yeniden başlatmaya giriştiği tarih, post-modernizmden geriye dönüşe işaret ediyor. Küresel kapitalizm ve onun zorunlu açılımı neo-emperyalizmin, yine modern büyük anlatı veya anlatılara dayanmak, onları devreye sokmak durumunda.

Ancak küresel kapitalizm, politik modernizmin büyük anlatısını ve kavramlarını tüketmiş vaziyette. Post-modern tüketim kapitalizmi, bir yandan tüketiciden başka hiç bir şekilde tanımlanamıyacak bir insan modeli ve sınırsız tüketimden başka hiç bir ufku olmayan bir toplum (daha doğrusu insan yığını) modeline dayanmak durumunda. Diğer taraftan, alabildiğine eşitsiz bir dünya sisteminin geleceğini garanti altına almak için, büyük anlatılara, modernizmin diline, kavramlarına gerek duymakta. Özellikle, 11 Eylül sonrası yeniden gündeme gelen askeri müdahele ihtiyacı bunu gerekli kıldı. Ufku tüketim dünyası sınırlarına çekilmiş bir toplumda 11 Eylül’ün kendisi, “ulusal” bir referansla, düşmanı üzerinden kendini yeniden tanımlama yolu açtı. Diğer taraftan, dünya çapında bir “misyon” (terörle savaş) tanımı yapılabildi. Bu anlamda, tarihin sonu bitti, tarih yeniden başladı, ama kaldığı yerde tüketilmemiş fazla bir şey yoktu.

Postmodern tüketim kapitalizmi, sosyalizm ve tüm sol siyasetlerin iflasını ilan ederek, “Aydınlanma”nın insanlığa tüm vaadini, serbest piyasa/sınırsız tüketim çerçevesinde sıkıştırıp boğmuştu. 11 Eylül faciasının sunduğu hayat öpücüğü, modern tarihin tükettiği imkânları yeniden canlandırmaya yetmiyor. Yetmediği noktada, emperyal politiklar sıradan korku/güvenlik politiklarına yükleniyorlar. “Terör”, “fundamentalizm korkusu” “İslam fobisi”, bu politikaların düşünsel planda sunabildiği yegâne imkânlar.

Gelinen noktada, şimdilik Ortadoğu’da yoğunlaşan küresel tahakküm harekâtı, düşünsel planda güçlü bir tahakküm çerçevesinden yoksun. Ancak, klasik Oryantalizmin kavram ve semboller dünyasını güncellemek, yeni biçimler etrafında yenden piyasaya sürmek ve bunları “korku” ile desteklemek durumunda. Bu koşullar altında emperyal hegemonyaya itirazı olanların, öncelikle, düşünsel hegemonya alanını sonuna kadar sorgulaması ve deşifre etmesi gerekiyor. Evet, bu hegemonya eskisine oranla fazlasıyla yıpranmış ve ipi pazara çıkmış kavram, sembol ve taktiklere dayanıyor. Ancak hala bir şekilde etki alanı bulabiliyor olması, insanlığın hafızasının ne kadar zayıf olduğunu bir kez daha gösteriyor. Öte yandan, kitle iletişim teknolojisinin gelişiminin sunduğu imkânlar, semboller, imajlar üzerinden yönlendirmeyi çok daha etkin hale getirmiş durumda. Dahası, İslam dünyasının küresel kapitalizm karşısında üretebildiği yegâne direniş zemini olarak gündeme gelen köktendinci hareketler, emperyalist hegemonyanın porpagandasını kolaylaştıran bir tablo sunuyorlar.

Afganistan’dan burkalı bir kadın fotoğrafı, kapitalizmin kadını metalaştırması karşısındaki tüm itirazların önüne çıkabiliyor, bir adım ötede kadın hareketinin neredeyse hemen tamamını (bir kısmı kerhen de olsa) emperyalist hegemonya cehpesine çekebiliyor. Bu noktada halen modern referanslar devreye girebiliyor, bu bir sorun.

Ancak, bu referanslar, daha ziyade “refleks” düzeyinde işliyor, emperyal hegemonyayı uzun süreli ayakta tutacak türden kalıcı ve sağlam bir zemin oluşturmuyor. Yani kimse bu reflekslerin peşinde, çocuğunun Irak’ta ölmesine razı olmuyor. Refleksler adı üzerinde, ani tepkiler, uğruna ölünecek değerler mertebesine çıkamıyorlar. Bu da bir imkan.
Küresel kapitalizmin yirmi birinci yüzyılın başında, insanlığı karşı karşıya getirdiği karanlık ve kanlı bir süreç, bizim önümüze bir dizi sorun ve bir dizi imkan çıkarıyor. Emperyalist hegemonya sorunlar etrafında kendini tazeleme ve pazarlama çabası içinde, ona karşı itirazı olanların da, bu sorunlara yeniden kafa yormak ve imkanlar etrafında umut tazelemek ve politika üretmek durumunda.

No comments: