Sunday, April 6, 2008

(TAM METİN) Aydın Çubukçu- İran Kültürünün Temel Özellikleri



Savaşlar, insanlığın tanıdığı en karmaşık ilişki biçimlerinden biridir. Bazen, kimi barbar topluluklarda olduğu gibi, üretim biçimi olarak göründüğü de olmuştur; bazen belli bir üretim biçimini sürdürmenin halinde olarak işlev görmüştür. Her durumda savaş, başlatanın da maruz kalanın da hayati işlevlerinin sınandığı, var oluşlarının bütün unsurlarının harekete geçirildiği bir ilişki biçimi olmuştur.
Bu kapsamı dolayısıyla, herhangi bir savaşı değerlendirirken, savaşanların yalnızca maddî güçlerini (silâh, iaşe ve ibate, lojistik kaynaklar ve destekler, coğrafî ve sosyal koşullar, siyasal yapı vs.) değil, bunlar kadar önemli olmak üzere, kültürel değerleri de (dinler, inançlar, ideolojiler, gelenekler ve töreler vs.) hesaba katmak gerekir. Bu ikinciler, genel olarak “manevî güçler” olarak görülürse de, savaş söz konusu olduğunda maddî güçler gibi hareket ve etki ederler.
İran’ın günümüzdeki koşullarından ve ABD ile olan güncel “gerginliğinden” söz ederken bu özellik önem kazanmaktadır.
Bu yazıda, art arda üç gezinin izlenimlerine dayanarak, İran’ı bir de bu açıdan değerlendirerek dosyamıza katkıda bulunmaya çalışacağım.

SÜREKLİLİK VE KAPSAYICILIK
Şiraz’ın birkaç kilometre uzağındaki tarihî Persepolis kentinde duvar kabartmalarından birini anlatan mihmandarımız, “Hazreti Zerdüşt Peygamber” dediğinde, gruptakilerin hemen hepsi büyük bir şaşkınlığa düştü. Bunu fark eden mihmandarımız açıklama gereği duydu: “Bize göre Hz. Zerdüşt, hak peygamberdir!”
Zerdüşt dininin kutsal simgelerinden on iki yapraklı lotus çiçeğini, her bir yaprağına bir imam resmedilmiş olarak İsfahan çarşısında sergileyen minyatürcü, yine İsfahan’daki binlerce yıllık ateş tapınağını “bizim mimarîmizde, bu kemerlere minare eklersiniz cami olur, çan kulesi eklersiniz kilise…” diye anlatan rehber, hep aynı kavram ekseninde ifade edilebilecek tarihî bir gerçeğe işaret ediyorlardı. Namaz taşları üzerindeki aslan (Zerdüşt dininde Nevruz’un simgesi) veya avuç içinde göz tasvirleri, binlerce yıl öncesini değil, bugünü, şimdi yaşananı gösteriyordu.
Doğu bilim ve edebiyatının iki zirvesi Ömer Hayyam ve El Birûnî’in Tahran’ın en büyük parklarından birindeki heykelleri, onların halkın hafızasındaki yerlerini sağlamlaştırıyor.
Ömer Hayyam, bizde daha çok, aşk, şarap, ölüm ve hayat temalı rubailer yazmış muzip bir şair olarak tanınır. Özellikle keyif ehlinin hafif kafayı bulduğu anlarda en azından bir iki Hayyam dizesi sofrayı şenlendirir.

Kalk gel!
Bir testi şarap getir.
Ki, vücudumuzun toprağından
Testi yapılmadan önce
Kana kana testiden içelim

Tıp, astronomi ve özellikle matematik alanında Batı bilim ve düşüncesini derinden etkilemiş ve yönlendirmiş olan büyük bilgin ve filozof Hayyam ile şarabın şairi Hayyam’ın aynı kişi olup olmadığı tartışılan ama sonuca bağlanamayan bir sorun olarak havada asılı kalsın, Tahran’daki Lâle Parkında bilgece bir güzellikle çevresini süzen heykel, bu iki kişiliği birleştirmiştir. Ellerini muhteşem bir kitap üzerinde kavuşturmuş olan Hayyam, ayaklarının arasında da bir şarap testisi tutmaktadır.
Matematik, Astronomi, Geometri, Fizik, Kimya, Tıp, Eczacılık, Tarih, Coğrafya, Filoloji, Etnoloji, Jeoloji, Dinler ve Mezhepler Tarihi gibi 30 kadar bilim dalında çalışmalar yapan, eserler veren, Arapça, Farsça, İbranîce, Rumca, Süryanîce, Yunanca ve Çince bilen El Birûnî ise, evreni kucaklayan, evrenle birleşen bir yüce bilgin olarak tasvir edilmiş. İslâm Medeniyetleri uzmanı sevgili Hakkı Aygün’ün anlattığına göre, Hindistan’ın yerinde bir zamanlar büyük bir okyanus bulunduğunu ilk keşfeden odur. Ekvatorun çevresini, bugünkü hesaplama teknikleriyle elde edilen bilgilere uyumlu olarak ilk kez o hesaplamıştır. Dünyanın yuvarlak olduğunu, Batılı bilginlerden çok önce o söylemiştir. Günümüzde “Molla Rejimi” imgesiyle bu iki büyük bilginin öğretilerinin çeliştiğini varsaymak için yeterince propaganda yapılıyor. Oysa onların adları ve ünleri bütün İranlılar için gurur ve övünç vesilesidir ve bunu hiçbir rejim değiştiremez.
İki heykelin de içinde bulunduğu Lâle Parkının hemen yanında, “İran Modern Sanatlar Müzesi” bulunuyor. XX. Yüzyılın en önemli modern ressam ve heykeltıraşları, Picasso, Chagall, H. Moore, Klee, Pisarro, Manet… Orijinal yağlıboyalar, gravürler, suluboyalar… İran modern resminin önde gelen temsilcilerinin eserleri… Oldukça büyük ve adına yaraşır bir mimarî eser olan müze binasında bir arada bulunuyorlar. Pek çoğu eski Şah aristokrasisinin koleksiyonlarından toplanıp müzeye alınmış. Anlatılmak istenen açık: Süreklilik ve sahiplenmenin kapsamında insanlığın ortak hazinelerinin tümü bulunuyor.
İslâm Eserleri Müzesi ile Modern Sanatlar Müzesi arasında bu bakımdan hiçbir fark yok. Hepsi birbirini tamamlıyor ve İran’ın kadim gelenekleri içinde aynı bütünlüğün parçaları olarak birbirlerini dışlamadan bulunabiliyor…
Fakat hiç kuşkusuz, süreklilik ve kapsayıcılık kavramlarının en somut örneği, Kum’daki Ayetullah Necefî Kütüphanesidir.
Kum’un, akla gelebilecek her şeyin (şekerlemeler, yerel tatlılar, seccadeler, kitaplar, tespih ve namaz taşı, esans ve sürme, boncuk ve oyuncak, kaset ve CD, cep telefonları ve diğer elektronik kıvır zıvır...) birlikte ve üst üste satıldığı küçük dükkânlarla dolu çarşısında, yalnızca dikkatli ve bilen gözlerin fark edebileceği küçük bir kapıdan girdiğinizde, Ayetullah Necefi Kütüphanesi’nin eşsiz hazinelerine ulaşabilirsiniz. İlk bakışta bir kitap müzesini andıracak hiçbir belirti yok. Girişte, efsane Ayetullah’ın mütevazı türbesi var. “Kitap okumayı sevenlerin ayaklarının önüne gömün beni” diye vasiyet etmiş.
İçeride, yarı aralık ağır, büyük bir çelik kapının önünde kitaplığın yöneticileri bizi karşılıyor. Nem, ısı ve hava akımlarının yüksek teknolojiyle denetlenip ayarlandığı, ortamın sürekli dezenfekte edildiği büyük salonda, olağanüstü değerli bir şeylerin bulunduğunu hissetmemek imkânsız. Kitaplar var burada.
Ayetullah Necefî, 16 yaşında genç bir medrese öğrencisiyken bir İngiliz gezginin el yazması kitaplar satın alıp götürdüğünü görmüş. Başka pek çok yabancı, konsoloslar, diplomatlar, İran’a gelen her Batılı, nerede bir el yazması bulsalar, içeriğine, önemine, pahasına bakmadan satın alıp giderlerken, pek çok İranlı bunun ticaretini yaparak zengin olurken, Necefî’yi ağır bir keder ve sorumluluk duygusu sarıyor. Onlarla yarışacak parası yoktur ve kitap alıp biriktirmek bir medrese öğrencisinin boyunu aşmaktadır. Efsane burada başlıyor. Parası olanlar adına ibadet ederek para kazanmak mümkün. Başkasının namazını kılarak, orucunu tutarak para kazanmaya ve kazandıklarıyla kitap satın almaya başlıyor. Bazı kitapların arka sayfalarına el yazısıyla, “bunu alabilmek için kırk gün oruç tuttum”, “iki ay kıldığım namaz karşılığı aldığım parayla alındı” gibi notlar yazmış. Aç gezmiş, evsiz kalmış, bir bölgeden diğerine yaya gitmiş, kitap toplamış... Asırlar öncesinde papirüsler, ceylan derileri, parşömenler üzerine yazılmış ne bulursa, ne pahasına olursa olsun korumaya çalışmış. Dinî kitaplar, coğrafya, matematik, simya, anı, biyografi, edebiyat... 37 bin kitap... Hepsi el yazması, hepsi asla hiçbir para ile ölçülemeyecek kadar değerli. Bütün insanlık için büyük bir hazine. On dokuzuncu yüzyılda yazılmış bir Zebur, at kuyruğunun bir-tek kılıyla yazılmış -ancak iyi bir büyüteçle okunabilecek - bir Kuran-ı Kerîm. Değişik ülkelerde, değişik mezheplere hitap etmek üzere yazılmış İnciller. Boy boy Tevratlar... Ermenice, İbranice, Hintçe, Çince, Uygurca kitaplar, kitaplar, kitaplar...
Bakteriler, mantarlar ve böcekler kitapların başlıca düşmanı olduğundan, bina bunlara karşı tam bir bilim ve teknoloji zırhıyla korunuyor. Binanın alt katlarında koruma ve kurtarma laboratuarları bulunuyor. Yüzlerce yıl boyunca yıpranmış, kurtlanmış, harap olmuş kitaplar, mektuplar, belgeler burada yeniden ayağa kaldırılıyor. Bazen bir sayfanın kurtarılması aylarca sürebiliyor. Kitap böcekleri üzerine araştırma yapan bir biyoloji birimi de burada. Elektronik mikroskoplarda, canavarların çirkin yüzlerini gösteriyorlar bize.
Bina, doğal afetlere karşı da muhkem! Hiçbir masraftan kaçınmadan, mümkün olan en sağlam malzeme ve yüksek tekniklerle inşa edilmiş. Özel bölümler, kalın duvarların yanı sıra, bina içinde bina denilebilecek tarzda birbirinden yalıtılmış bölümler hâlinde tasarlanmış. Müze müdürü, “nükleer saldırıya, atom bombasına karşı korunaklıyız” diyor. “Allah göstermesin, İran yok olsa, bu kütüphane insanlığa sağlam kalır!” Ekliyor: “Çünkü temeli atılırken, dört köşesine, Hz. Hüseyin’in mezarından getirilmiş toprak döküldü!”
Bu denli yüksek mühendislik ve mimarlık becerisi, bunca yüksek teknolojik olanak bir araya gelmiş olsa da, o dört avuç toprak hepsinden ötede bir değer taşıyor.
Bir materyalist olarak, ben de o dört avuç toprağın koruyucu gücüne inanıyorum. Çünkü bu, toplumsal sahiplenmenin ve kuşaklar boyunca koruma altında tutmanın bir dayanağıdır. Böyle önemli bir mirası, kültür ve bilinç unsuru olarak koruma altında tutabilme güvencesine sahip olamayanlar, onu bir inanç unsuru haline getirerek güven altına alabilirler. Hükûmetler, rejimler, devletler gelip geçer, tarih akar ve ancak halkın varlık dünyasının kopmaz bir parçası haline gelebilmiş olan kurumlar ayakta kalır. Giriş kapısının hemen eşiğinde “beni kitap okumayı sevenlerin ayakları önüne gömün” diyen yaşlı bilgenin mezarı ve temelin dört köşesine dökülmüş birer avuç toprak olmasaydı, bu bina, dünyanın herhangi bir yerindeki herhangi bir müzeden daha güvenli olamazdı.
İran’a egemen olan ve binlerce yıl boyunca kuşaktan kuşağa geçen kültür, burada da kendisini hissettiriyor. Kütüphanenin bir ayetullahın mirası olması, elbette güncel koşullar bakımından özel bir önem yüklüyor; ama bu herhangi bir başka İranlının, bir Ermeni’nin, Yahudi’nin, Mecusi’nin de emeğiyle, sabrıyla, fedakârlıklarıyla kurulmuş olabilirdi. İran için değeri ve önemi değişmezdi. Bunu söyleyebilmemiz için yeterince güçlü ve çok sayıda kanıt var.
Halk hayatının temel değerlerini ve özelliklerini, bir eğilimi başlatan ve geliştiren küçük inatları ve hevesleri, bin yılların birikimini bir anlık davranışta somutlaştıran tepkileri kendisinde toplamış göstergeler vardır ve bunlar bazen sosyolojik verilerden, ekonomik göstergelerden, askerî ve siyasî kurumlardan daha fazla önem taşıyabilir. Necefî Kütüphanesi, bu tanıma en uygun yapılardan birisidir. Ama örneğin, Persepolis’teki “Kavimler Kapısı” da herhalde bu büyük çınarın köklerini temsil etmesi bakımından hiç de ondan aşağı kalmayan bir başka kilit taşıdır.
Pers İmparatorluğu snırları içinde yaşayan 28 kavmi anlatan bu büyük duvar kabartmasında, Araplar, Lidyalılar, Frikyalılar, İyonyalılar, Ermeniler, Kürtler, Habeşler… el ele tutuşup doğudan batıya doğru ilerliyorlar. Her biri, ülkesini temsil eden bir ürün ya da hayvanla birlikte yürüyor. Her iki figürün arasında bir Pers, zinciri tamamlıyor. Kuşku yok ki, bu duvar kabartması bir propaganda panosudur. İmparatorluk içindeki halkların ne kadar mutlu ve merkezi yönetime ne kadar bağlı oldukları anlatılıyor. Tarih, Perslerin siyasî egemenliklerinin nasıl büyük bir askerî güçle ayakta durduğunu öğretiyor. Herhangi bir halkın, yabancı bir boyunduruğu güle oynaya kabul edebileceğini düşünmek mümkün değil. Bununla birlikte “Kavimler Kapısı” bir ideali dile getiriyor. Belki, İran kıtasına binlerce yıl önce yerleşmiş ve Perslere de iyi ve çalışkan olmayı öğretmiş daha eski bir kültürden kalan idealleri…
İran Kültür Bakanlığı’nın dağıttığı bir turistik tanıtım kitabında, farklı dönemlere ait haritalar bulunuyor. Tarih boyunca İran’da egemen olmuş farklı imparatorlukları gösteren haritalar… Alt yazıları dikkat çekicidir: “Persler Döneminde İran”, “Moğollar Döneminde İran”, “Selçuklular Döneminde İran”, “Abbasîler Döneminde İran”, “Safevîler Döneminde İran”… Bir coğrafyayı böylesine sahiplenebilmenin yolu, geçmiş ve geleceği birlikte düşünebilmekten geçiyor.
Haritalara bakarken, “Amerikalılar döneminde İran” haritasının neden imkânsız olduğunu da anlıyorsunuz.
doğudan, Ocak-Şubat 2008, Yıl 1, Sayı 3
(Hiç bir hakkı saklı değildir. Yine de alıntılanması veya çoğaltılması halinde kaynak olarak doğudan dergisinin gösterilmesi şık olur.)

No comments: