Thursday, April 3, 2008

Sıfırıncı Sayı / İktisadi Tahakküm - Cem Somel



doğudan dergisinin bu ön sayısında, Orta Doğu toplumlarının yoksulluk sebeplerini kısaca tartışmak, derginin ilgi alanlarından birini tanıtmak açısından yararlı olacaktır. Sorunu anlamak ve bölgemizde bundan kurtuluş yollarını araştırmak için toplumsal yoksulluk ve zenginlik üzerine üretilmiş kuramları gözden geçirmek gerekmektedir.

Az gelişmişliğin sebeplerini açıklama iddiasındaki teorilerin bir kısmı ‘modernleşmeci yaklaşım’ başlığı altında toplanabilir. Modernleşmeci yaklaşım dünya toplumları içinde bazılarının müreffeh olmasını ve bazılarının yoksul olmasını her toplumun kendi iç dinamikleri ile izah eder. Az gelişmişlik, söz konusu toplumun tutuculuğu, hurafeci zihniyeti, teşebbüs ruhundan yoksunluğu, hiyerarşik toplumsal ilişkileri gibi (modern olmayan) niteliklerinin neticesidir. Kalkınmanın hedefi ve gayesi bugünkü gelişmiş (“çağdaş”) toplumlara benzemektir. Bu yaklaşıma göre modernleşmeyi hızlandırmak için yoksul ülkeler gelişmiş toplumlarla yakın siyasî, iktisadî, kültürel temasa girmeli, ve gelişmiş ülkelerin telkin ettiği siyasetleri, reformları yapmalıdır.

Sosyal bilim çerçevesi içinde yapılan bu modernleşme telkinine Orta Doğu’da toplumlar farklı siyasî ve kültürel tepkiler gösteregelmiştir. Suudî Arabistan Krallığı, İran İslâm Cumhuriyeti ve Türkiye Cumhuriyeti bu açıdan üç farklı tepkinin örneği olarak gösterilebilir. Türkiye son 150 yıldır Avrupa’dan toplumsal hayatın hemen her alanında kurum ithal eden modernleşme gayreti ile, ve hâlen aynı anlayışla Avrupa Birliğinin talep ettiği reformları yapmaya çalışması ile, modernleşmeci yaklaşımı bütünüyle resmî ideoloji olarak benimsemiş belki en uç örnektir.

Buna mukabil, Doğu toplumlarının yoksulluğuna başka bir açıdan yaklaşmak mümkündür. Almaşık yaklaşım, yoksulluğu ve serveti tek bir toplumsal sürecin neticesi olarak görmektedir. Bu yaklaşım Doğu toplumlarının geriliğini ve yoksulluğunu sadece bu toplumların kültürüne, zihniyetine vs. yüklemek yerine, olayın sebeplerini gelişmiş toplumların az gelişmiş toplumlar üzerindeki iktisadî ve siyasî tahakkümünde bulur. Buna bağımlılık yaklaşımı ya da dünya sistemi yaklaşımı diyebiliriz.

İktisadî tahakküm
İktisadî tahakküm derken fertler arasında, sosyal zümreler arasında veya milletler arasında eşit olmayan bir maddî ilişkiyi; bir tarafın diğer taraf üzerinde maddî avantaj elde ettiği bir zorlamayı kastediyoruz. Kapitalist dünyanın hemen her yerinde bu tür tahakküm ilişkilerini, ve ilişkilerin neticesi olan kitlesel ve ferdî sefaleti ve ezilmişliği gözlemek mümkündür.

Kapitalist ideoloji, ekonomi ile siyasetin toplumsal hayatın iki ayrı alanı olduğunu veya ayırt edilmesi gerektiğini öne süredurur. Az gelişmiş ülkelerde yoksul yığınların kaderini değiştirmek açısından temel meselelerden biri, ülkeler arası iktisadî tahakküm ile ülkeler arası siyasî tahakküm, ve ülkeler arası iktisadî tahakküm ile sınıfsal tahakküm arasındaki münasebetleri ortaya çıkarmaktır. İktisadî tahakküm ile fikrî tahakküm arasındaki girift bağlantıları tespit etmek de gerekir. İktisat teorileri (örneğin serbest ticaretin faydalarını öne süren nazariyeler) iktisadî tahakküm kurmada çok etkili bir silâh olagelmiştir.

Kapitalist âlemde son yirmi - otuz yıldır siyasî iktidarlar neoliberal doğrultuda siyasî, toplumsal ve iktisadî yapıları dönüştürmektedir. Neoliberal projenin iktisadî hedeflerinin başında, şirketlerin faaliyetlerinin üzerindeki kısıtlamaları, mal, hizmet ve sermaye hareketlerinin önündeki engelleri ortadan kaldırmak; refah devletini tasfiye ederek ve sosyal harcamaları kısarak şirketlerin ve varlıklı zümrelerin vergi külfetini azaltmak; işçilerin çalışma şartlarını esnekleştirerek şirketlerin kârlılığını artırmak sayılabilir. Bütün bu politikaların neticesi mülk sahibi sınıfların hâsıladan elde ettiği payı artırmak, hâsılayı emeği ile üretenlerin payını azaltmaktır.

Son yıllarda neoliberal projeyi siyasî liberal bir proje gibi göstermeye çalışılmaktadır. Ne var ki neoliberal projenin iktisadî programı 1980’li yıllarda Latin Amerika’da ve Asya’da birçok ülkede (ve bu meyanda Türkiye’de) ilk başta diktatörler tarafından uygulamaya koyuldu. Daha sonra bu ülkelerde neoliberal iktisadî programın devamı, demokrasiye geçişin bedeli olarak kitlelere kabul ettirildi. Bu açıdan bakınca, neoliberal projenin siyasî liberalizmi (sivil toplumculuğu vs.) desteklemesi konjonktüre bağlı görünmektedir. Neoliberal dönüşümün asıl hedefinin bölüşümü bir sınıf lehine değiştirmek olduğu iddia edilebilir.

Neoliberal dönüşümün başlıca mağduru çevre ülkelerindeki emekçi sınıflardır. Emekçiler çok uluslu şirketlerin, bunların yerli ortaklarının, borsalarda spekülatörlerin, uluslar arası finans kuruluşlarının faaliyetlerinin geçimleri üzerindeki etkilerini görebilmektedir. Latin Amerika ülke halklarında yükselen bu bilinç, Venezüela ve Bolivya gibi bazı ülkelerde neoliberal projeye direnen iktidarların oluşmasına yol açmıştır.

Orta Doğu’ya gelince, 11 Eylül saldırısını yapan Arap gençlerin Washington’da Savunma Bakanlığının yanı sıra New York kentinde iki büyük iş merkezini hedef seçmesi de muhtemelen böyle bir bilinci (ABD’nin Orta Doğu’daki politikalarını kapitalist menfaatlerin güdülediği bilincini) yansıtmaktadır.

Ne var ki, siyasî tahakküm ile bunun gerisindeki maddî menfaatlerin ilişkisini tespit etmek, tahakküme direnmeye kifayet etmez. Bu kadarla kalan bilinç, kritik bazı meseleleri çözemez. Tahakkümün aslî failleri kimdir? Aslî failler bu tahakkümü nasıl gerçekleştirmektedir? Tahakkümsüz bir toplumsal düzen olabilir mi, olursa nasıl bir şeydir? Tahakküme karşı etkili mücadele yöntemi nedir?

11 Eylül saldırısını yapanlar, bu eylemle ABD’nin siyasî ve iktisadî tahakkümüne karşı etkili ve isabetli bir mücadele yöntemi seçmiş miydi?

İktisadî tahakkümün mahiyetini doğru teşhis etmek, sadece mağdurların dünya sisteminin egemenlerine karşı etkili muhalefet edebilmesi için değil, mağdurlar iktidarı aldığında tahakküm eden egemenlere karşı mücadeleyi sürdürebilmesi için de gereklidir. İktisadî tahakkümün mekanizmalarını, nedenselliklerini anlamadıkça, halkçı iktidarlar bütün iyi niyetlerine rağmen emekçi halk üzerindeki yerli ve yabancı tahakkümü kırmakta başarısızlığa uğrayabilir.

Ülkeler arası tahakkümün tarihi
Çağımızda iktisadî tahakküm, kapitalizm öncesi toplumsal oluşumlarda görülen iktisadî tahakküm şekillerinden farklıdır. Çin İmparatorluğu, Roma İmparatorluğu, Emevî, Abbasî, Selçuklu, Osmanlı misali devletlerde iktisadî tahakküm esas itibariyle devletin hükümranlık sahasını genişletme, göçebeleri iskân ederek vergilendirilecek tebaayı artırma ve vergi toplama şeklinde görülmekte idi. Devlet topladığı bu vergilerle sarayı, askerî ve sivil bürokrasiyi beslemekte ve ticaretin gerektirdiği alt yapıyı inşa etmekte idi.

Kapitalizm öncesi toplumlarda sosyal düzen, sermaye birikimi üzerine kurulmamış idi. Nüfusun büyük kısmını teşkil eden üreticilerin gerek üretim faaliyeti, gerek mahallî pazarlarda alışveriş faaliyeti, doğrudan tüketim ihtiyaçlarını karşılamak için yapılmakta idi. Sermaye biriktirme güdüsü ile alışverişi sadece tacirler yapmakta idi. Neticede bu toplumlarda devletin vergisel tahakkümü, üretici olmayan zümrelerin (sarayın, askeriyenin, ilmiyenin vs.) tüketim ihtiyaçları veya lüks tüketim eğilimleri ile sınırlı idi.

Buna mukabil kapitalizmin temeli, sermaye biriktirme güdüsüdür. Sermaye biriktirmenin doyumu yoktur; sonsuz bir güdüdür. Kapitalizmde sermayedar sınıfının iktisadî tahakküm üretme eğilimini tehlikeli kılan da budur.

Bu sonsuz güdünün tarihçesini özetleyecek olursak: Avrupalı tâcir sermayedarlar, 16. yüzyıldan itibaren ithal edecek mal bulmak amacıyla faaliyetlerini dünyaya yaymıştır. 19. yüzyılda sanayi devriminin akabinde Avrupalı ve Amerikalı sermayedarlar bu defa mamulleri için mahreç arama maksadı ile faaliyetlerini daha da yaymıştır. 16.-19. yüzyıllarda Avrupa ve Kuzey Amerika devletleri bu ticarî faaliyetleri, kapitalizm öncesi toplumları kaba kuvvetle ticarete zorlayarak ve müstemleke hâline getirerek desteklemiştir. 19. yüzyılda Avrupa devletleri, ABD, Rusya, Japonya açık iktisadî saiklerle kapışarak bütün dünyayı nüfuz alanlarına bölmüştür. 19. yüzyıl, yeryüzünde birçok milletin ağır sömürüye, zulme ve vahşete maruz kaldığı karanlık bir dönemdir.

Sermayedarların ticaret ve yatırım yaptığı kapitalizm öncesi toplumlarda, zanaat üretimi gerilemiş, toplumsal ve iktisadî yapı kapitalizmin merkezinin ihtiyaçlarına göre şekillenmeye başlamıştır. Bu faaliyetler, kapitalist dünya sistemini merkez ülkeleri ve çevre ülkeleri olarak ayrıştırmıştır.

Osmanlı İmparatorluğunun 16. yüzyıldan 19. yüzyıla kadarki tarihi Orta Doğu’nun çevreleşme tarihidir. 16. yüzyıldan itibaren Avrupa’da artan talep Osmanlı ülkesinin bazı bölgelerinden gıda ve ham madde ihracat artışını güdüledi. 18. ve 19. yüzyıllarda Rumeli’de ve diğer bazı eyaletlerde mültezimlerin tarımsal üretimi Avrupa piyasalarından gelen talebe göre düzenlediği görüldü. 19. yüzyılda Avrupa ülkelerinin Osmanlı ülkesine sınaî mamul ihracatı, Osmanlı zanaatlarını zayıflattı ve Osmanlı’da oluşan sanayilerin kısıtlı gelişmesini belirledi. Osmanlı Devletinin toprak bütünlüğünü korumak için yabancı sermayedarlara iktisadî tavizler vermesi, ve devletin malî açıklarını idare etmek için Avrupa ülkelerinden iflas edinceye kadar borçlanması çevreleşme sürecinin tamamlayıcı unsurları idi. 19. yüzyılda Osmanlı tecrübesinde iç ve dış etkenlerin rolünü doğru saptamak, sadece dünü değil, bugünü anlamak için de elzemdir.

Ülkeler arası tahakküm üzerine görüşler
19. yüzyılda yükselen ve Birinci Dünya Harbine yol açan yayılmacı politikalara (emperyalizme, müstemleke imparatorluğu kurma politikasına, paylaşma savaşına) karşı mücadele eden insanlar, bu politikaların mahiyetini sorgulayıp dinamiklerini anlamaya çalışmıştır.

Emperyalizmin temelinde maddî saikler olduğunu öne sürenlerin başında Marxçılar gelmektedir. Lenin (2001) ve Luxembourg (1969) gibi yazarlar emperyalist siyasetin kapitalist iktisadî sistemin gelişmesinin kaçınılmaz gereği olduğunu öne sürmüştür. Luxemburg, gelişmiş kapitalist ülkelerde sermayedarların üretilen hâsılayı satabilmek için başka ülkelerde kendilerine yeni piyasalar açmaya mecbur olduğu kanısında idi. Lenin de gelişmiş kapitalist ülkelerde şirketlerin tekelleştiğini, bu şirketlerin ülkelerinde yatırım fırsatlarının azalması ve kâr hadlerinin düşme eğilimi karşısında sermaye ihracına zorlandığını, devletlerin dünya piyasalarını paylaşmak için savaşmaya kadar gittiğini kaydetti.

Az gelişmiş ülkelere borç veya doğrudan yatırım şeklinde sermaye ihraç eden ülkelerin genellikle ihraç ettiklerinden fazlasını temettü ve faiz şeklinde aldığı bilinmektedir. Ne var ki az gelişmiş ülkelerde kâr hadlerinin genel olarak gelişmiş ülkelerdekinden daha yüksek olduğuna dair bir gözlem yoktur. Ayrıca, gelişmiş ülke kaynaklı finansal sermaye hareketlerinin ve doğrudan yatırımların büyük kısmı, yine gelişmiş ülkelere yönelmektedir. Bu tespitler, gelişmiş ülke sermayedarlarının az gelişmiş ekonomilerden yatırım alanı olarak istifade ettiğini, ama gelişmiş ülkelerde sermaye birikiminin çevre ülkelerine yatırım yapmaya bağımlı olmadığını düşündürmektedir. Başka ülkelerdeki ham madde kaynaklarını kontrol gayreti de sermaye birikimini destekleyen bir çaba olarak görülebilir.

Schumpeter gibi bazıları kapitalizmin savaş ve siyasî yayılmacılık gereksemediğini öne sürmüştür. Ona göre harpleri çıkaran, soyluların ve askerlerin sürdürdüğü eski muharip geleneklerdir ve siyasî önderlerin ihtiraslarıdır. Emperyalist politikaların kendi toplumlarına yüklediği külfet, ve bu politikalarının maddî kazançlarının daima kesin olarak hesaplanamaması kapitalist menfaatler ile yayılmacı politikalar arasındaki ilişkinin zaman zaman sorgulanmasına sebep olmaktadır. Örneğin Amerikalı sosyalist sosyolog James Petras (2005) ABD’nin 2003 Irak istilâsının iktisadî saiklerini sorgulayarak ABD petrol şirketlerinin Irak’a karşı bir savaşta menfaati olmadığını, istilâyı sürükleyenin İsrail ve onun ABD hükûmetindeki yandaşları olduğunu ve bu kişilerin maddîden ziyade ideolojik saiklerle hareket ettiğini iddia etmiştir.

İkinci Dünya Harbinden sonra müstemlekeler siyasî bağımsızlık kazandıkça emperyalizmi esas itibariyle siyasî bir proje olarak görenlerin nezdinde emperyalizm dönemi sona erdi. Halbuki gelişmiş kapitalist ülkelerde şirketler büyümeğe devam etti; millî tekeller çok uluslu şirketlere evrildi; ABD ve diğer gelişmiş kapitalist ülke devletleri fakir ülkelerde askerî müdahaleler yaparak ve işbirlikçi istibdatları ayakta tutarak buralarda şirketlerinin faaliyetlerini desteklemeğe devam etti. Bu dönemde bazı yazarlar (Baran 1974, Amin 1986, Emmanuel 1969: bağımlılık yaklaşımını geliştiren ‘yeni Marxçılar’) şirket faaliyetlerinin çevre ülkeleri üzerindeki toplumsal geriletici ve çarpıtıcı etkilerini inceleyerek emperyalizm kelimesinde (görünürde) bağımsız ülkeler arası kapitalist sömürü ilişkileri anlamını ön plana çıkardı. 20. yüzyılın ikinci yarısında dünya sistemi yaklaşımı, kapitalizmin tarihsel maddeci tahliline yeni bir derinlik getirdi. Bağımlılık yaklaşımı ve dünya sistemi yaklaşımının etkisiyle kapitalizmi organik bir bütün olarak görüş, ve az gelişmişlik ile gelişmişliği tek bir sürecin sonucu olarak algılayış yayıldı.

Soğuk Harp döneminde gelişmiş kapitalist devletlerinin az gelişmiş ülkelerde Süveyş müdahalesi ve Vietnam Harbi gibi askerî harekâtları, birçoklarına iktisadî tahakküm güdülü emperyalizmin devam ettiğini düşündürmekte idi. Buna mukabil ABD ve müttefikleri, askerî ittifaklarının ve askerî müdahalelerinin Sovyet yayılmacılığına karşı savunma amaçlı olduğunu iddia ededurdu. SSCB’nin dağılması ve birçok sosyalist toplumda kapitalizmin yeniden inşasının ardından dünyada ideolojik rekabetin şiddeti azaldığı yıllarda ABD ve müttefiklerinin Balkanlarda, Orta Asya’da ve Irak’ta askerî müdahaleleri, emperyalizmin kapitalizmin tabiatından kaynaklandığı yolundaki görüşleri doğruladı.

Merkez ülkeleri, siyasî ve askerî ağırlıklarını çevre ülkeleriyle iktisadî ilişkilerine de yansıtmaktadır. Birinci Körfez Savaşından ve SSCB’nin dağılmasından kısa süre sonra 1994’te Uruguay müzakere süreci tamamlandı. İmzalanan anlaşmalar, neoliberal projeye dünya çapında bir ivme sağladı. Anlaşmaların oluşturduğu hukuk, kendine yeter bir ekonomi kurma ve kendi kaynaklarına dayanan bir millî kalkınma gayretinin önüne engeller yığmıştır. Örneğin devletin doğrudan yatırım yapmak isteyen yabancı şirketlere şart koşmasını yasaklayan, devletin stratejik sektörlerde şirketleri sübvansiyonlamasını yasaklayan, fikrî mülkiyet haklarını güçlendiren anlaşmalar az gelişmiş ülkelerin sanayileşmesinin önünde birer engel teşkil etmektedir. Tarım ticaret düzenlemeleri de az gelişmiş ülkelerde milyonlarca üreticiyi ve tüketiciyi mağdur etmektedir. ABD ve AB çiftçilerini cömertçe sübvansiyonlayarak gıda maddesi ihraç etmektedir. Az gelişmiş ülkeler tarım ürün ithalatını serbestleştirdikçe merkez ekonomilerinin sübvansiyonlu tarımsal ihracat politikası birçok çevre ekonomisinde tarımı çökertmektedir.

Bu arada iktisadî tahakkümün siyasî maksatlarla kullanıldığına da tanık oluyoruz. ABD’nin 1990’larda Irak’a on yıl uyguladığı iktisadî yaptırımın toplumsal tahripkâr etkisi, ve İsrail ile merkez ülkelerinin Filistin halkına uyguladığı iktisadî yaptırımın etkisi bu silâhın ne kadar keskin olduğunu gözler önüne serdi. İktisadî yaptırımları eleştirenler, bunların etkisinin kitle imha silâhı mesabesinde olduğuna dikkat çekmektedir.

Ülkeler arası örtük sömürü
Araştırmada ölçüm ve kanıtlamaya önem veren pozitivistler açısından, ülkeler arası iktisadî tahakkümden bahsetmek için onun varlığını ispatlamak gerekir. İktisadî ilişki içinde olan fertler ya da milletler arasında servet farkının mutlaka birinden ötekine haksız bir kaynak transferi olduğu anlamına gelmeyeceği iddiasını geçiştirmek mümkün değildir. Bir ülke diğerinin tabiî kaynaklarını zapt edip işlettiğinde, veya bir ülkeye yapılan dış yatırım kendini aşan bir kâr transferine yol açtığında, ülkeler arası kaynak transferi apaçıktır. Ama siyasî olarak bağımsız ülkeler arasında zorlamasız serbestçe yapılan mal ticaretinde zengin tarafın servet birikimine daha çok yarayan bir transfer mekanizması olduğunu göstermek daha zordur.

Olağan ticarette bir tahakküm (eşit olmayan alışveriş) olduğunu kanıtlamak zordur çünkü herhangi iki mal arasındaki mübadele oranının adaletsiz olduğunu gösterecek, herkesin üzerinde anlaştığı bir değer ölçüsü keşfedilememiştir. Soru (örneğin) bir otomobil ile pamuklu kot kumaşının hakkaniyetli mübadele oranının ne olduğudur. Eski çağlardan beri önerilen bir değer ölçüsü, emektir; malların üretiminde harcanmış emek miktarını malın değeri saymaktır. Emmanuel, emek değer teorisine dayanarak ülkeler arası ticarette eşit olmayan mübadelenin nasıl gerçekleştiğini izah etmiştir. Ne var ki, malların piyasa fiyatlarının emek içeriklerine tekabül ettiğinin ispatı zor olduğundan Emmanuel’inki gibi çalışmalar çok etkili olmamıştır.

Daha yakınlarda ticarette karşılıksız kaynak transferini ölçmek için başka bir yöntem ortaya atıldı (Köhler 1998). Merkez ülkelerinde hemen tüm fiyatların daima çevre ülkelerindekinden ‘yüksek’ olduğu bilinir; bu gerçeği merkezden çevreye ve çevreden merkeze yolculuk yapan her seyyah fark eder. Bu fiyat karşılaştırması bir para cinsinden fiyatları cari kur ile diğer ülkenin parasına çevirerek yapılır. Yani bu nispî pahalılığın ve ucuzluğun sebebi, iki para cinsi arasındaki kurun, o iki paranın satın alma gücüyle mütenasip olmamasıdır. O hâlde malları nispeten ‘ucuz’ olan ülke, fiyatları ‘yüksek’ olan ülke ile ticaret yaptığında mallarını ucuza satmış ve ötekinin mallarını pahalıya almış; yani haksız bir kaynak transferi yapmış olmaz mı? Bu transferi somutlaştırmak ve ölçmek için, adil olan, yani iki paranın mal satın alma gücü ile orantılı olan kuru hesaplamak gerekir. Son yirmi yıldır bazı uluslar arası örgütler, millî hâsılaları karşılaştırmak maksadı ile ‘satın alma gücü paritesi’ denilen, satın alma gücünü yansıtan farazî kurları hesaplamaktadır.[1] Bu sayede, ticarette karşılıksız transfer (ülkeler arası ticarette sömürü) dolar olarak ölçülebilmektedir (Köhler 1998; Somel 2007). Bu yöntemle Köhler (1998) örneğin 1993’te az gelişmiş ülkelerin paralarının düşük kuru sebebiyle bunların OECD ülkelerine yaptığı ihracatta 1.06 trilyon dolar zarara uğradığını, yani 1.06 trilyon dolarlık karşılıksız mal transferi yaptığını, ve bunun az gelişmiş ülkelerin toplam hâsılasının yüzde 22’sine, OECD ülkelerinin toplam hâsılasının yüzde 6’sına tekabül ettiğini hesaplamıştır.

Başka bir ülkeler arası örtük sömürü sorunu, altın karşılıksız kâğıt para rejimiyle ortaya çıkmıştır. Para arzının bankalardaki altın ve gümüş stoklarına bağlı olduğu devirlerde ülkelerin dış ticarette fazlaları ve açıkları, ülkeler arası kıymetli maden akımlarına yol açmakta, ve bir ülkenin dış ticarette verebileceği fazlayı veya açığı kıymetli maden stokları sınırlamakta idi. Bu (talan ve fiyatlarla oynama bir yana) ticarette istismara bir set çekmekte idi. Örneğin, İngiltere 18. yüzyılda ve 19. yüzyılın ilk yarısında Çin’den yaptığı ithalâtı ihracatı ile karşılayamıyordu. Bu sebeple ticaretini dengelemek için müstemlekesi Hindistan’dan Çin’e ihracat yapmakta, bu arada kaçak afyon ihraç etmekte idi. Çin Devleti ülkesine afyon kaçakçılığını engellemeye girişince İngiltere Çin’e 1834-43’te ve 1856-60’da askerî müdahale yaparak Çinlilere iradesini bir dizi istismarcı antlaşma ile kabul ettirdi (Afyon Harbi). Bu olayda dikkate değer olan, madene bağlı para rejiminin, İngiltere’yi Çin ile ticaretini reel olarak dengelemeye mecbur etmesidir.

Buna mukabil, ABD 1971 yılında o tarihe kadar geçer olan, doların altına çevrilebilirliğini kaldırdı. Böylece dünya ödemeler sisteminin altınla bağlantısı ortadan kalktı. Bu kısıtın kalkması, ABD’ye, dünya dolar arzını dünya ticaret haciminin büyümesiyle hemahenk artırmak şartıyla, kendi dış ticaret açıklarını altın karşılıksız dolar ihraç ederek karşılama imkânı verdi. Yani banknot denilen matbu kâğıt parçaları karşılığında mal ve hizmet ithal etme imkânı verdi.

Son yıllarda ABD doları, diğer rezerv paralar (euro, yen) karşısında değer yitirme eğilimindedir. Bu eğilim ABD’nin dolar arzını dünya dolar talebinden daha çok artırdığını işaret etmektedir. Hem ABD devletinin hem de ABD hane halkı kesiminin negatif tasarruf oranları ABD toplumunun bu sayede ürettiğinden fazla tüketme iptilâsına düştüğünü göstermektedir. Bu tüketimin devamı, ABD dolarının rezerv para olarak kullanımının devamına bağlıdır. ABD doların değer ve itibar kaybı karşısında devletlerin dolar tutmaya isteksizleşmesinden korkmaktadır. İran, Küba, Venezüela, Kuzey Kore gibi devletler dış ticarette euro kullanmayı tercih etmektedir. Malezya bir tarihte İslâmî altın dinar kullanımını önermiştir. ABD dolarının bu rezerv para konumu için, bir kritik metaın -petrolün- hangi para ile satıldığı önemlidir. Karar hâline gelmemiş olmakla birlikte, OPEC (Petrol İhraç Eden Ülkeler Teşkilatı) petrolü euro ile fiyatlandırma eğilimi mevcuttur. Irak’ta Saddam idaresinin 2002’de Birleşmiş Milletler kontrolü altında ihraç ettiği petrolü euro cinsinden fiyatlandırma ve euro karşılığında satma teşebbüsü ve bunun OPEC’i harekete geçirmesi ihtimali, ABD’nin Irak’ı istilâsının sebepleri arasında olsa gerektir. Özetle, ABD’nin askerî ve siyasî baskılarla sürdürdüğü dolar hegemonyası, devasa bir küresel maddî istismar mekanizmasının altyapısını oluşturmaktadır.

ABD’nin bütçe ve cari işlemler denge açıkları, ve dolar hegemonyasının merkez bankalarının dolar tutma isteğine bağlı olduğu, ABD’nin emperyalist bir devlet olarak zayıfladığı intibaını uyandırmamalıdır. ABD’nin ekonomisindeki zaaflara karşılık, çok uluslu şirketleri, uluslar arası kuruluşlardaki nüfuzu ve askerî kudreti bu devletin dünyada emperyalist gücünü muhafaza etmektedir. Bu sebeple ABD’nin Avrupa’daki müttefikleriyle birlikte dünyanın herhangi bir yerinde savaş çıkarma potansiyelini ve tehdidini ciddîye almak gerekmektedir.

Kapitalizmin çevresel tahribatı da ülkeler arası bir örtük sömürüye vesile olmaktadır. İhtiyaç karşılama yerine kâr ve sermaye biriktirme güdüsü ile üretim yapan sistem ormanları tahrip etmekte, havayı ve suları kirletmekte ve ekilebilir toprakların verimini tüketmektedir. Bu tahripkâr etkilerin çoğu üretim ve tüketim mahallinde kalmamakta, uzak bölgelere yayılmakta; bu yayılma tabiî çevreyi çok tüketenlerin az tüketenlere zarar verdiği bir duruma yol açmaktadır. Merkez ülkeleri fert başına atmosferi en çok kirleten ülkelerdir. Bu endişeler bilim insanlarını metaların ‘ekolojik izini’ hesaplamaya sevk etmiştir. Ekolojik iz, bir metanın üretiminde kullanılan tabiat kaynaklarının (tarlaların, ormanların, madenlerin vs.) yer yüzölçümüne dönüştürülmüş metre kare cinsinden ölçüsüdür. Merkez ülkeleri ile çevre ülkeleri arası ticarette ekolojik iz hesaplaması yapan araştırmalar, merkez ülkelerinin ihraç ettiklerinden çok daha fazla ekolojik iz ithal ettiklerini ortaya koymaktadır (Lipke 2003; York vd. 2003). Başka bir deyişle merkez-çevre ticaretinde merkez ülkeleri fakir ülkelerden karşılıksız bir ‘tabiî çevre ithalâtı’ yapmakta, yani bu ülkeleri tabiat varlıklarını ve tabiî çevrelerini tahrip ederek ihracat yapmaya mecbur etmektedir. Gelişmiş kapitalist ülkelerin övündüğü ve dünyaya medeniyet olarak sunduğu ‘hayat tarzının’ gerisinde böyle bir ekolojik sömürü mevcuttur.

Ülkeler arası sömürünün örtük (veya açık?) başka bir boyutu beyin göçüdür. Fakir çevre ülkelerinde toplumun kıt kaynakları ile yetiştirdiği vasıflı işgücü, merkez ülkelerine göçerek, kendilerine yapılmış toplumsal yatırımı merkez ülkelerine taşımaktadır. Merkez ülkelerde sosyal bilimciler vasıflı insan gücünü kaybeden çevre ülkelerin dolaylı olarak yararlanabileceğini öne süren araştırmalar yayınlamaktadır. Bu yararın biri göçenlerin ülkelerine gönderdiği dövizdir; daha çok önem verilen ikinci yararı, göçme imkân ve ümidinin çevre ülkelerinde fertleri öğrenime daha çok ‘yatırım’ yapmaya sevk edebileceği, ve bu hevesle öğrenim görenlerin bir kısmının göçemeyip yurdunda kalacağıdır (Commander vd. 2003; Beine vd. 2001). Bu tahliller vasıflı insangücü kaybına uğrayan çevre ülkelerinin maddî zararını ve bedava hazır vasıflı insangücü kazanan merkez ülkelerinin kazancını göz ardı etmektedir. Örneğin Afrika ülkelerinden Avrupa’ya ve Kuzey Amerika’ya her yıl 20000 sağlık personeli göçmesinin, ve Ghana ve Zimbabve gibi ülkelerin yetiştirdiği hekimlerin çoğunun ülke dışında çalışmasının bu toplumlarının sağlığına etkileri gibi sorunları hesaba katmamaktadır (Blanchet ve Keith 2006). Bireysel özgürlük meselesi olarak değerlendirilen bu göç, çevre ülkelerinde sınıflar arası uzlaşmanın çözülüşünün en bariz belirtilerinden biridir.

Sınıflar arası tahakküm
20. yüzyıl kapitalizmin geliştiği ve emperyalizmin sürdüğü bir yüzyıl olmakla birlikte, özellikle İkinci Dünya Harbinden sonra, burjuva sınıflar 19. yüzyıla nispetle ehlileşmiş ya da medenîleşmiş göründü. Merkez ülkelerinde 1914 ile 1945 arasında iki dünya harbini yaşamış, Rusya’daki sosyalist devrime tanık olmuş, dünyayı sarsan 1929 iktisadî buhranından geçmiş ve faşizm belâsını görmüş olan burjuva sınıfı, dedelerine kıyasla emekçi sınıflarıyla uzlaşmaya daha yatkındı. Bu uzlaşma eğilimi sonucunda kapitalist dünya sisteminin merkezlerinde refah devleti gelişti. İktisat politikalarında tam istihdamı sağlamak öncelik kazandı. Sosyal demokrasi denilen siyasî akım güçlendi.

Çevre ülkelerinde de ulusal kurtuluş mücadeleleri sonucu müstemlekeler bağımsızlığa kavuştu. Ulusal kurtuluş emekçilerin aktif katılımı ile ve sınıflar arası ittifaklarla başarılmıştı. Zaferden sonra emekçiler ‘millî’ nitelikli hükûmetlerinden kalkınma ve refah beklemekte idi. Çevre ülkelerinin birçoğunda (Latin Amerika ülkelerinin yanı sıra Türkiye’de, Mısır’da, Suriye’de, Irak’ta vs.) devletin güdümünde ithal ikameci sanayileşme uygulandı. Mısır’da, Irak’ta, Suriye’de ve Cezayir’de toprak reformu yapıldı. Gerçi 1945-1980 arasında bu ülkelerde uygulanan kalkınma politikaları genellikle toplumun en yoksul kesimlerini (bilhassa yoksul köylüleri) ihya etmedi. Ama yine de bu devletlerin politikalarında halkçı ve sosyal adaleti gözeten bir doğrultu ve söylem hâkim idi (Beinin 1999). Uluslar arası alanda da çevre ülke devletleri bağlantısızlar hareketi gibi siyasî inisiyatifler geliştirdi.

Gerek merkez ülkelerinde gerek çevre ülkelerinde burjuva sınıfların emekçileriyle uzlaşmasında (merkezde burjuvaların sosyal demokratlaşmasında ve çevrede burjuvaların ulusallaşmasında) sosyalizmin ideolojik rekabetinin (ve sosyalizm tehdidinin) ne kadar önemli rol oynadığı, neoliberal dönemde anlaşıldı. SSCB’nin çözülmesi ve Çin’in kapitalizmi tekrar ihya etmeye başlaması ile, merkez ülkelerinde burjuva sınıflar neoliberal dönüşümü başlattı.

Çevre ülkelerinde de egemen zümreler neoliberal projeyi benimsedi ve merkez ülke devletleri ile ve bunların güdümündeki uluslar arası kuruluşlarla işbirliği yaparak projeyi emekçilere dayattı. Neoliberal politikalar gelir dağılımını bozmakta, ücretleri baskı altına almakta ve mülk gelirlerini artırmaktadır (UNCTAD 1997). Kalkınma söyleminde sosyal adalet endişesi arka plana itilmiş ve ülkenin kendine yeterliğini artırma düşüncesi terk edilmiştir. Kapitalizmin neoliberal rejiminde merkez ülkelerinde ve daha yoğun biçimde çevre ülkelerinde emekçiler dünya hâsılasını barbarlık ve zulüm diye tasvir edilebilecek şartlarda çilehanelerde üreterek ömür tüketmektedir.

Neticede, 1945-1980 dönemine nispetle günümüzde çevre ülkelerinde dış iktisadî tahakküm ile sınıflar arası tahakküm daha çok iç içe geçmiştir. Bazı toplumbilimciler dünyada egemen bir ‘ulus ötesi sınıfın’ oluşmakta olduğundan bahsetmektedir (Sklair 1994). Bu sınıfta önde gelen zümreler sermayedarlar, yüksek gelirli serbest meslek erbabı, yüksek rütbeli kamu görevlileri, basın-yayında köşe başlarını tutanlardır. Çevre ülkelerinde bu zümreler tipik olarak iktisadî liberalizmi savunmakta, çok uluslu şirketlerle, merkez ülke devletleriyle ve merkez ülkelerin sivil toplum kuruluşlarıyla iş veya işbirliği yapmaktadır.

Samir Amin, çevre ülkelerinde egemen zümrelerin merkez ülke devletleriyle işbirliğine eğilimli olduğunu, bu sebeple çevre ülke devletlerinin dünya sisteminden gelen talepleri ve yönlendirici sinyalleri ülkede uyguladığını, bunun devlet ile halk arasında yarattığı çelişki sonucu çevre ülkelerinde demokrasi imkânının zayıf olduğunu 1960’lardan bu yana yazmaktadır. Benzer bir görüşle Osvaldo Sunkel 1971’de az gelişmiş ülkeler için “Uluslar arası bütünleşme, ulusal parçalanmaya götürmektedir” tespitinde bulundu. Bu tespitler, millî kalkınma görüntüsünün hâkim olduğu 1945-1980 yıllarında ‘müfrit’ görünebilirdi. Bu tespitlerin isabeti günümüzde neoliberal dönüşüm sürecinde daha iyi anlaşılmaktadır. Kapitalizm toplumsal dayanışma kurumlarını ve kültürünü çürüttüğü gibi, işbirlikçi rejimlerden ümidini kesen kitlelerin milliyet, din veya mezhep kimliklerine sarılarak çatışmasına ortam yaratmaktadır.

Sınıfsal sömürüye ilâveten, cinsiyet ayırımcılığının ve azınlıklara karşı ayırımcılığın emekçileri itaate zorlama ve sömürme aracı rolünü de zikretmek gerekir. Burjuva sınıfları sistemden mağdur olan her sosyal gruba (kadınlara, çeşitli azınlıklara) ayrı ayrı hitap eden bir kimlikler sosyolojisi geliştirmekle, mağdurların bütün bu sorunları çözecek evrensel bir projede birleşmelerini şimdilik önleyebilmektedir.

Sonuç
Bu yazıda dünyada mazlum halkların, hiçbir şekilde etkileyemediği karar süreçlerinin mağduru olan kitlelerin maruz kaldığı iktisadî tahakküm şekillerine ve bunlar üzerine geliştirilen görüşlere değindik. Coğrafî ve tarihsel özelliklerinden ötürü, iktisadî tahakkümün en ağır ve aşırı örneklerine Orta Doğu ülkelerinde rastlanmaktadır: tek bir madene (petrole) dayanan ve devlet hazinesinin bir aileye ait olduğu rant ekonomileri; merkez ülkelerinin uyguladığı iktisadî abluka ve baskı altındaki Filistin; Birleşmiş Milletlerin on yıl insanlık dışı iktisadî yaptırımlar uyguladığı, ve işgal sonrasında talan edilen Irak; egemen sınıfların uyguladığı neoliberal reformların emekçi sınıfların geçimini daraltıp iflahını kestiği bütün Orta Doğu ülkeleri.

Kapitalist dünya sistemine teslim olan ve onunla bütünleşen her toplum ister istemez iktisadî tahakküme ve sömürüye maruz kalmaktadır. Doğu toplumlarının içinde bulunduğu zilletten kurtulmasının birinci şartı, bu tahakkümün tesir alanından çıkmaktır, huruç etmektir. Dünya sisteminin tahakküm alanından çıkmak, toplumun sosyal ve iktisadî kararlarını dünya sisteminin etkisi ve mantığı dışında alması demektir. Ne üreteceğini, ne tüketeceğini, ne ihraç edip ne ithal edeceğini, ürettiğini nasıl bölüşeceğini dış baskı ve telkinlere rağmen, kendi toplumsal tercihleri doğrultusunda kararlaştırmasıdır. Fikrî mülkiyet korumasından ithalât rejimine, ülke dışına sermaye hareketlerinden vasıflı insangücünün göçüne, çevre korumasından tarımsal desteğe kadar her alanda politikayı toplumun ihtiyaç ve tercihleri doğrultusunda saptamaktır.

Kapitalizmden kâm alan zümrelerin menfaatlerini sıkı dayanışma içinde ve ülkeler arası ittifaklarla koruduğu günümüzde, sistemin yarattığı sorunlardan azat olmak isteyen halkın hangi sınıf ve zümrelerden oluştuğunu saptayarak birleştirmek, başarılı bir huruç stratejisi için elzemdir. Keza huruçta başarı için halkların ülkeler arası dayanışma imkânlarını araştırmak da önemlidir.

doğudan dergisi yukarıda değinilen tahakküm sorunlarını tartışarak çözüme ışık tutacak yayınlar yapmayı amaçlamaktadır. Dergiyi yayınlamaktaki emelimiz içinde bulunduğumuz fikrî kuşatmadan huruç etmeye yarayacak bir zemin sunmaktır: sorunlarımızı tahlil ederken egemenlerin dayattığı bilimsel nazariyeleri sorgulamak, avrupamerkezcilik ve modernleşmecilik gibi önyargılardan sıyrılmak ve insanlığın sorunlarına bölgemizin tarihî tecrübesinden hareketle evrensel çözümler geliştirmektir. doğudan’ın bu yönde çabalara katkı yapmasını temenni ediyoruz.

Kaynakça
Amin, Samir. 1986. La déconnexion; pour sortir du système mondial. Paris. Éditions La Découverte.
Avramidis, Soula. 2006. Famines are an advertisement for imperialism. http://www.networkideas.org/news/july2006/Famines.pdf
Baran, Paul. 1974. Büyümenin ekonomi politiği. Çev. Ergin Günçe. İstanbul. May Yayınları.
Beine; M., Docquier, F., Rapoport, H. 2001. Brain drain and economic growth: theory and evidence. Journal of Development Economics. 64. cilt. 275-289. s.
Beinin, Joel. 1999. The Working Class and Peasantry in the Middle East: From Economic Nationalism to Neoliberalism. Middle East Report. Spring 1999. 18-22.
Blanchet, K. ve Keith, R. 2006. A Permanent Drain of Trained Health Personnel: Africa’s Medical Deficit. Le Monde Diplomatique. December.
Commander, S., Kangasniemi, M, Winters L. A. 2003. The Brain Drain: Curse or Boon? IZA Discussion Paper No. 809.
Emmanuel, Arghiri. 1969. L’échange inégal. Paris. François Maspero.
Köhler, G. 1998. The Structure of Global Money and World Tables of Unequal Exchange. Journal of World-Systems Research. Vo. IV. No. 2. Fall. 145-168.
Lenin, V. İ. 2001. Emperyalizm: Kapitalizmin en yüksek aşaması. İstanbul. Evrensel Basım Yayın.
Lipke, Jürgen “Unequal Exchange and Ecological Consumption – a Quantitative Study of Dependency Structures in the World System”. (Original German published in NORD-SÜD aktuell 4/2003, pp 679-690).
Luxembourg, Rosa. 1969. L’accumulation du capital. Paris. Petite collection maspero.
Petras, James. 2005. The Meaning of War: A Heterodox Perspective. Journal of Contemporary Asia. Cilt 35. Sayı 4. 423-446.
Sklair, L. 1994. Capitalism and development in global perspective. Sklair, L. (drl.) Capitalism and Development. London. Routledge.
Somel, C. 2007. Surplus allocation and development under global capitalism. F. Şenses, E. Yeldan ve A. H. Köse (drl.). The Third World in the Age of Neoliberal Globalization. Nova Publishers.
UNCTAD (United Nations Conference on Trade and Development). Trade and Development Report 1997: Globalization, Distribution and Growth. New York. United Nations. 1997.
York, Ricard, Rosa, Eugene A., Dietz T. Footprints in the Earth: The Environmental Consequences of Modernity. American Sociological Review, 2003, Vol. 68, April, 279-300.


[1] Örneğin Türk parasının dolar karşısında kuru genellikle satın alma gücüne göre kabaca yarı yarıya düşüktür. Bu sebeple Türkiye’nin gelişmiş ülkelere ihracatından kazandığı, mallarının gelişmiş ülke piyasalarındaki değerinin yarısı kadardır.

No comments: